Özhan Atalay kitabın tanıtım bülteninde şöyle diyor: “Bu kitabı, tüm beceriler kullanıldığı halde satışların istenen seviyeye gelmediği durumların analiz edilebilmesi amacıyla yazdım.
Satışların düşmesi veya bir türlü istenen seviyeye çıkmaması firmada sorun teşkil ettiğinde; satış fonksiyonuna bir kademe daha dışarıdan yaklaşmak gerekir ki o da bir dönüşüm yöneticisinin holistik bakış açısıdır.
Sorumlu olduğunuz konudaki bir ürün veya hizmet, artık arzu edilen satış rakamlarına ulaşamıyorsa ne yapılması gerek? O segmentte ürününüze gerçekten ihtiyaç var mı, fiyatı doğru mu, niş bir konuya mı girmişsiniz, eskimiş, yaşam eğrisi dolmuş bir ürünü mü satmaya çalışıyorsunuz, olmayacak bir işin peşinde mi koşuyorsunuz?
Bu kitap; satış yöneticileri başta olmak üzere, ürün ve firma yöneticilerini, iş sahiplerini hedefleyerek onlara ürünlerini geniş açıdan nasıl yargılayabilecekleri konusunda bilgiler veriyor.
Kitabı bitirdiğinizde işiniz ile ilgili test etmeniz gereken pek çok şey bulacağınızdan kuşkum yok.”
İndeks Konuşmacı Ajansı uzmanlarından Didem Tınarlıoğlu, pandemiyle yüzleşmemizin üzerinden geçen yaklaşık 9 aylık dönemin ardından içinde bulunduğumuz durumu yorumladığı yazısında “belirsizlik” kavramı üzerinde duruyor.
“…Korona virüsü adeta devamlı makas değiştiren bir tren misali üzerimize gelmeye devam ediyor. Tecrübeler yetmiyor, rotayı kimse tam olarak bilmiyor. Belirsizliğin getirdiği bilinmezliğin oluşturduğu kaygı ile birlikte, bir de ve daha gerçeği; somut gerekçelere dayanan büyük kaygılar yaşıyor insanlar… İçinden geçtiğimiz durumun sadece sağlık boyutu ön saflarda olsa da ekonomik, eğitim, sosyal ve psikolojik boyutları içten içe kanıyor…”
Tınarlıoğlu’nun yazısının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Korona virüsün ülkemizde ortaya çıkmasının yaklaşık dokuzuncu ayına, kendinden bahsedilmeye başlanmasının neredeyse birinci yılına yaklaşıyoruz. Uzmanlara göre yolun yarısındayız henüz. Hem küresel hem bu kadar katmanlı hem bu kadar çok aktörlü ve hem de bu kadar etkisinin yüksek olması ön görmediğimiz bir durumdu şüphesiz. Şimdilerde ise artık her kararımızın ya da kararsızlığımızın ardında duran kocaman bir durum var: belirsizlik.
Korona virüsü adeta devamlı makas değiştiren bir tren misali üzerimize gelmeye devam ediyor. Tecrübeler yetmiyor, rotayı kimse tam olarak bilmiyor. Belirsizliğin getirdiği bilinmezliğin oluşturduğu kaygı ile birlikte, bir de ve daha gerçeği; somut gerekçelere dayanan büyük kaygılar yaşıyor insanlar. Sağlığını, evini, işini kaybedenler, sırf temaslı olduğu için kapanmak mecburiyetinde kalanlar, işini kaybeden, geliri azalan, ailesinde yakınında ölüm kaybı yaşayanlar, virüsü her daim ensesinde hissedenler için hayat gittikçe zorlaşıyor. Bu süreçte, hayatın devamlılığını sağlamaya çalışmak ve bir yandan her şeyin şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde belirsiz olması ile başa çıkmaya çalışmak, çok ama çok büyük yük omuzlarda. Uzun soluklu kriz anında yaşama devam etmek kendi içinde bambaşka stresleri de beraberinde getiriyor. Bu doğadaki aslanın ceylanı kovaladığındaki strese, sınav stresine, trafik stresine, topluluk önünde konuşma stresine, boşanma stresine, taşınma stresine, aile içi huzursuzluk stresine ve özetle hiç bir alışık olduğumuz strese benzemiyor. Doğada kaçamazsan da stres biter, kaçarsan da biter. Buradaki aslan hep kovalıyor. Sınavdan geçersen de stres biter, kalırsan da stres biter. Sınav hiç bitmiyor.
Araştırmalar hastalığı geçirmiş kişilerin delirium (bilinçte bulanıklık), kaygı bozukluğu, depresyon veya travma sonrası stres bozukluğuyla karşılaşabileceğini öngörüyor. Oxford Üniversitesi tarafından yapılan geniş bir araştırmada; virüsü atlatan kişilerin yüzde yirmisi gibi yüksek bir oranının psikiyatrik bozukluklar ile karşı karşıya kalabileceği açıklanıyor.
Bir başka araştırma; pandemi sırasında gelirlerinde değişim yaşayanların yarısından fazlasının ruh sağlığının olumsuz biçimde etkilendiğini ortaya koyuyor. Psikologlar, korona virüs krizinin benzeri görülmemiş olması sebebiyle daha büyük bir belirsizlik katmanına sahip olduğunu vurguluyor. Bu durumun özellikle, belirsizlikle veya kontrol edemeyecekleri durumlarla başa çıkmakta zorlanan insanlar için oldukça zorlayıcı bir durum olduğunu savunuyorlar.
Nasıl olunmasın ki? Bir çok insan, gece yatağına yattığında bir gün o sayının içinde kendisinin de sayılabilme ihtimali ve korkusuyla yatıyor. Kendini korusa da, iradesi kendinde de olsa, sevdiklerinin, en yakınlarının o rakam hanesinde bir sayı olabilme korkusu ve düşüncesi ile yaşamaktan daha çok insana kendini değersiz hissettiren kaç durum yaşamıştır ki insan hayatı boyunca?
Her insan evladı dünyada biricik ve çok özel biri olmak ister. Değer görmek, değer katmak, bir şeylere katkı sağlamak ve tesir edebilmek ister. Yaşadığımız bu süreç, insanın o biricik varlığını siliyor ve onu kolaylıkla ikame edilebilir, gözden çıkarılabilir bir ‘şey’e dönüştürüyor. Yaşadığımız dünyada insan evladı farkında olmadan önemsiz bir varlık olmaya doğru serpiliyor. Her canlı ne kadar aynalanır ne kadar muhatap kabul edilirse o kadar iyi gelişiyor.
Öte yandan mekanize oluyoruz, aşırı internet kullanımı, duygusal zekâmızı olduğu kadar işlevsel zekâmızı da kurutuyor. Duygularımız donuyor tepkilerimiz anlamsızlaşıyor. Yaşadığımız bir travmadır hem de boyutunu belki de yıllar sonra anlayabileceğimiz büyük bir travma. İçinden geçtiğimiz durumun sadece sağlık boyutu ön saflarda olsa da ekonomik, eğitim, sosyal ve psikolojik boyutları içten içe kanıyor. Toplumsal travmalar güven duygusunu yerle bir eder. Halbuki güven, umudun kalkış noktasıdır.
Türkiye’de toplumun her bir kesimi “diğer” kesim tarafından mağdur edildiğini düşünüyor. Bu durumu konuşmak analiz etmek yerine veya birbirimizi anlamaya çalışarak iyileşmek yerine görmezden gelerek çaresizliğimizi daha da derin bir katmanla kaplıyoruz. Neden mi? Çünkü suçlamak daha kolay çünkü mağdur olmak daha masum hissettiriyor.
En büyük kusurumuz; “gerçek sadece ben de ve benim inandığım yakın kesimimde”, “diğerleri sahte, yalancı”, “ötekiler büyük gaflet içindeler” ve bunun gibi söylemlerle bir yanılsama içinde oluşumuz. Ötekinin yanlışlığına duyduğumuz inanç, kendi doğrumuza işaret etsin istiyoruz. Her kesim, kendi içinde bir duvar örüyor diğerine. Birçoğumuz modern görünümlü sabit fikirlileriz. Beyinlerimizin içinde bir çuval giydirilmiş gibi yaşıyoruz. Kendi düşünce sistemimizi diğerine dayatmak veya karşıdakini lanetlemek yerine onun dilinde o kadar hünerli olmalıyız ki; onunla bir konuşma başlatabilelim. Ancak, bu şekilde olan toplumlar ve organizasyonlar kendilerini ileriye taşıyabilir, krizleri yönetebilir. İçinde bulunduğumuz bu durumu daha da kaotik hale getiren ve anlamsızca gündem oluşturmaktan başka bir işe yaramayan hırçınlığı ve bilmişliği geride bırakmamız sadece ortak sorunumuzun çözümüne odaklanmamız gerekiyor. Taraf ve bertaraf olmayı değil; ortak akıl ile hareket etmeyi başarmalıyız. Yazarken ben de biliyorum ki bu hayal bile olamayacak kadar ütopik bir istek. İnsanım ben de işte! Belki olur diye umudumun yerlerde sürünmemesi için direniyorum. Umudumuzu kaybetmedik ama yorulduk. Bedenlerimiz eskiye göre daha çok dinleniyor olsa da benliklerimiz yorgun. Umudun sağ koludur güven. Ve ne yazık ki güven darmadağın olmuş, her yere saçılmıştır.
İndeks Konuşmacı Ajansı uzman konuşmacılarından Ali Rıza Değer, aile şirketleri veya KOBİ’ler de, yönetime yeni gelmiş veya gelecek olan Y ve Z Kuşağı temsilcileri için “Yeni Nesil Liderlik ve Yöneticilik” konusunu inceliyor. İş sahibi, girişimci ya da CEO… unvanlar değişse de işi iyi yönetmek adına gerekli özellikleri sıralıyor ve eski veya yeni olsun başarılı bir lider ya da yöneticinin doğru sorular sormasının önemine vurgu yapıyor.
Ali Rıza Değer’in öne çıkardığı özelliklerden bazıları
Başarıyı istemek ve özgüven…
Bilgi ve donanım…
İlgi ve saygı…
Yetkinlik ve öğrenme arzusu…
İletişim ve insan ilişkileri…
Geçmişi değerlendirme ve tecrübeye değer verme…
Daha fazlası için linkteki makaleyi okuyabilirsiniz.
Özellikle, hem ülkemizde hem de dünyamızda ciddi anlamda sıkıntılarla geçen 2020 yılının sonlarına yaklaştığımız şu günlerde, özellikle hem sosyal hem de çalışma hayatımızdaki sağlık problemlerinin biran önce ortadan kalkmasını dileyerek yazıma başlamak istiyorum.
Geçtiğimiz aylarda ‘Yeni Nesil Liderlik ve Yöneticilik’ konusunda, benimde davetlileri arasında olduğum çok özel bir sanal toplantı yapıldı. Ve bu konu da, o nedenle gündemdeki yerini aldı!
Her yıl Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kapsamında ve UN Global Compact önderliğinde, üst düzey Kamu Görevlileri ile İş Dünyasının, Üniversitelerin ve Sivil Toplum Kuruluşlarının seçkin katılımcılarıyla gerçekleşen bu toplantılarda; dünyadaki sağlık sorunları ve SKA Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ile birlikte, iş dünyasındaki bu sürdürülebilirliğe yön verecek genç liderler ve yöneticiler, en önemli konular arasındaydı. (Destekleri için Sn. Fikret Ar’a çok teşekkürler!)
Bu noktada özellikle iş dünyamızla ilgili liderliği ve üst yöneticiliği, kelime anlamları açısından birbirinden ayırarak, kavram kargaşası yaratmak istemediğimden, konuya; Aile Şirketleri veya KOBİ’ler de, yönetime yeni gelmiş veya gelecek olan Y ve Z Kuşağı temsilcisi genç arkadaşlar açısından yaklaşmak istiyorum.
Çünkü kurumsal anlamda “Yeni Nesil Yöneticilik Eğitimleri” ne, olağanüstü bir talep var!
Sözü çok uzatmadan, yukarıda bahsettiğim toplantıda da açıklanan, yeni nesil “Girişimci + İş Sahibi + CEO + Genel Müdür + Üstdüzey Yönetici” şeklinde ünvanları ne olursa olsun, liderler ve yöneticilerimiz için, işlerini iyi yönetmek adına, önemli özellikleri hatırlamakta fayda var.
*) Başarıyı istemek ve özgüven…
*) Bilgi ve donanım…
*) İlgi ve saygı…
*) Yetkinlik ve öğrenme arzusu…
*) İletişim ve insan ilişkileri…
*) Geçmişi değerlendirme ve tecrübeye değer verme…
*) Alçak gönüllülük ve işe sadakat…
*) Sabır ve tolerans…
*) Planlama ve hedef belirleme…
*) Kişilere ve olaylara eşit mesafe…
*) Ekip organizasyonu…
*) Empati ve dinleme…
*) Araştırma geliştirme ve analitik düşünce…
*) Müzakere ve ikna kabiliyeti…
*) Sorumluluk üstlenmek ve eleştirilerde dikkat…
*) Geniş bakış açısı ve olaylara yaklaşım tarzı…
*) Motivasyon gücü…
*) Dürüstlük ve şeffaflık…
*) Disiplin ve özveri…
*) Delegasyon ve görev dağılımı…
*) Görüş alışverişi ve mücadelelerden vazgeçmemek…
*) Stratejik düşüncelerle sorunlara odaklanmak ve çözüm üretmek…
*) Kendine inanmak ve güvenmek…
*) Ödüllendirme takdir ve teşekkür etmek…
*) Yeni yetenekler keşfetmek ve yeni hedefler belirlemek…
Biraz uzun bir liste oldu ama. Başarılı bir yeni nesil lider veya yönetici için bu detaylar önemli!
Bunların yarısı “Eski Nesil” iş liderleri ve yöneticilerimizde olsaydı, bugün bambaşka yerlerde olurduk! Dediğinizi duyar gibiyim. Ben de size, çok ama çok, haklısınız! Demek istiyorum.
Ayrıca, eski veya yeni ‘Liderlik ve Yöneticilik’ de çok önemli bir yere sahip olan ‘Doğru Sorular Sorma’ konusu için isterseniz “Liderlik ve Yöneticilikte Soru Sorma Sanatı” başlıklı e-makalemi internetten bulabilirsiniz! (Sayın Ln. Ömer Yıldırım’a ve Şahika Taşkan’a çok çok teşekkürler!)
Diğer yandan, iş hayatında saygı duyulan başarılı bir lider veya üst düzey yönetici olmak için, Türkiye İş Bankasının “Toptalent. Co” İnsan Kaynakları sitesinde yayınlanan, 14 ana başlıktaki;
Liderlik ve yöneticilik konularında uzun yıllar yaptığım çalışmalara verdikleri destekten ötürü;
Sayın Nedret Umut + Serhat Reyhan + Şule Hakan + Yener Kaya + Semih Borsan + M. Murside Eskanazi + Ahmet Dalkıran + Erol Kapkın + Veli Alemdar + Engin Maçka’ya da teşekkürlerimle!
Son olarakta yeni nesil liderlik + yöneticilik konusunda kariyer yapmak isteyen sevgili dostlara iki özel öneri; 1) Yapamayacağınız bir şey için söz vermeyin. 2) Kimseyle çatışmaya girmeyin!..
Daha mutlu bir gelecek için, yolunuz her zaman açık olsun…
Yönetim Danışmanı ve uzman konuşmacılarımızdan Ali Rıza Değer, içinde bulunduğumuz dönemde müşterilere ulaşmak ve onlarla duygusal bir iletişim kurmanın zorluklarından bahsederken disiplinlerarası özel yaklaşımların önemine dikkat çekiyor. Değer’in üzerinde durduğu başlık Neuro Marketing: İnsan beynindekisatın alma algısını,baştan sona inceleyerek ortaya çıkan sonuçlardan, bir pazarlama stratejisi geliştirme tekniği.
Değer ayrıca corona virüs nedeniyle yaşanan ekonomik problemleri çözmek ve bu zor dönemlerden çıkma arayışlarının arasında, özellikle imkânı olan iş kolları için dijitalleşmenin önemine vurgu yapıyor. Eldeki verilerin veya ulaşılabilir bilgilerin, bilişim sistemleri tarafından işlenerek dijital ortama aktarılması, dönüştürülmesi, iyileştirilmesi ve etkinleştirilmesinin ürün veya hizmetlerin, sektörde daha sağlam bir yer edinmek ve bunu sürdürebilmek için gerekli olduğunu aktarıyor.
Son zamanlarda özellikle ön plana çıkan ekonomik gelişmeler arasında, önemli bir yere sahip olan, Neuro Marketing; Nöro Bilim (İnsan Beynindeki Algılama Hücreleri) ile Pazarlama Bilimi dallarındaki yöntem ve uygulamaların, disiplinlerarası özel bir yaklaşımla, pazarlama alanında kullanılmasını (Akademik Tıp Uzmanları, pek sıcak bakmasa da…) ifade etmektedir. (Vikipedi)
Daha açık bir tanımlama ile Sn. Furkan Bozgül’ün, Pazarlamasyon.Com da belirttiği gibi “Nöro Pazarlama / Neuro Marketing… İnsan beynindekisatın alma algısını,baştan sona inceleyerek ortaya çıkan sonuçlardan, bir pazarlama stratejisi geliştirme tekniğine denir. Bu tekniği daha da geniş şekilde ele alacak olursak, tüketici davranışlarını anlamaya çalışarak bu davranışların oluşmasındaki psikolojik ya da sosyal nedenleri araştırmaya, reklamcılar için hedef kitleye en uygun satın alma koşullarını keşfetmeye, tüm bunların oluşumunda tüketicilerin – yani hedef kitlelerin, hangi davranışlarla / hangi düşünceyle hareket ettiğiniaraştırmaya yönelik yapılan çalışmalar, şeklinde ifade edebiliriz.”
Konu ile ilgili web sitelerinde Sn. Çiçek Uçakan Yetiş (www.Simcda.Com ) ve Sn. Kılınç Orhan Erdemir (www.Noropazarlama.Net) tarafından da belirtildiği şekliyle, yeni yeni “Akademik” değer kazanmaya başlayan neuro marketing çalışmalarına, bir başka deyişle; insanların bilinç dışı tüketim davranışlarını ölçen ve de elde edilen verilerle pazarlama stratejisi oluşturan bir daldır, diyebiliriz. (Tüketicinin cebine giden, beyninden geçer! )
Bu pazarlama stratejileri, beynimizin karar verici konumundaki merkezleri’nin; geçmişteki halinden – uyarılan duygu ve hislerle (Ki! Bu genellikle reklamlarla ve müşteri memnuniyeti ile oluyor. Yazının başlığındaki “Şikâyet Yönetimi”de, müşteri memnuniyetsizliğini ifade ediyor.) harekete geçerek – başka veya benzer bir ‘ürünü / hizmeti’ satın almaya yönelmesini sağlıyor.
Bu noktada, beynin; eski + orta + yeni halleri devreye giriyor. Zihinsel süreçlerle ilgili bu haller çerçevesinde Uluslararası Ödüllü Nöropazarlama Danışmanı Sn. Seda Genç’in Nöro Dijital adlı e-kitabında belirttiği gibi, tüketici / müşteri düşünceleriyle – pazarlamaya çözümler sunmada, nöropazarlama; tıpkı bir tüketici kılavuzu gibi, pazarlamacılara yön gösteriyor.
Ciddi bir uzmanlık gerektiren bu konunun, teknik detaylarına daha fazla girmek istemiyorum!
Eğer isterseniz Nöro Marketing konusunda detaylı bilgilere, internetten de ulaşmak mümkün. (Üsküdar Üniversitesi’nde açılan Nöropazarlama Yüksek Lisans programı için de, teşekkürler.)
Benim değinmek istediğim asıl konu, ürün veya hizmetinizi satmak ve de işlerinizi geliştirmek için, ekibinizle birlikte saygı duyulacak her türlü çabayı gösterirken, bu çabalarınızın karşılığını almanız ve çok basit tüketici küskünlükleri nedeniyle, rakiplerinize fırsat vermemeniz!..
Bu konuda Sayın Melik Karabıyıkoğlu’nun HBR Türkiye de yayınlanan ‘Yeni Normalde Müşteri Marka İlişkisi’ başlıklı yazısında belirttiği gibi “Pandemi döneminde, tüketicilerin kullandıkları ürünleri bulamadıklarında başka markayı aldıklarını gördük. Tüketicilerin, sürekli kullandıkları markaları bulamadıklarında alternatif ürünlerin farkına vardıklarını ve onları satın alarak yeni bir müşteri deneyimi yaşadıklarını da görüyoruz. Yeni markaları deneyen müşterilerin yarıya yakını kriz sonrasında da bu markayı kullanabileceğini belirtiyor. Belki hızlı bir marka değişimi yaşanacağını söylemek erken gibi gelse de, deneme cesaretini göstermek düşündüğümüzden daha hızlı gelişecek gibi duruyor. Bu durumda, markanın müşterisini tekrar geri kazanabilmek için ona sadece ürününü satarak ihtiyacını gidermesi yetmeyecek, kendisini özel hissettirecek bir deneyim yaşatması gerekecek. Pandemi döneminde kullanılan alternatif marka gözünden baktığınızdaysa bu durum büyük bir fırsat teşkil ediyor. Çünkü müşteride zaten bir farkındalık ve belki de bir beğeni yaratıldı. Bu aşamada markalar özel hissettirmeyi başarırsa müşteriyi kalıcı olarak kendi safına çekmiş olacaktır.” Şeklindeki görüşlere katılmamak mümkün değil!
Geçtiğimiz dönemler de müşterilere ulaşmak ve onlarla duygusal bir iletişim kurmak oldukça zordu. Bunu başarabilmek için Nöro Marketing de dâhil birçok strateji geliştirildi. 2020 yılında içinde bulunduğumuz dönemde, bu stratejiler doğal olarak bazı değişikliklere uğradı. Bugün, artık, müşteriler için de yeni bir dönem başlıyor. Birçoğunun hayatı boyunca belki de ilk kez yaşadığı bir dönem sonunda ortaya çıkan tabloya alışması gerekecek. Bu noktada müşterinin ne kadar yanında olursanız, “Onunla – Markanız” arasında ne kadar duygusal bağ kurarsanız, o kadar öne çıkmanız mümkün!.. (Sn. Niyazi Feneryolu’na da çok çok teşekkürler!)
Şimdi yazımızın diğer konusuna gelirsek…
Bildiğiniz üzere iş dünyamızda, Corona Virüs nedeniyle, içinde bulunduğumuz ekonomik problemleri çözmek ve bu zor dönemlerden çıkma arayışlarımızın arasında, özellikle imkânı olan iş kolları için “Dijitalleşme” en ön planda yer alıyor.
Ve o da, yeni yeni sorunları ortaya çıkarıyor. Nasıl mı? Nimet – Külfet meselesi! Yani şöyle!
Dijitalleşme, günümüzde işletmelerin iş yapış şekillerine göre farklı farklı değerlendirilmesiyle birlikte; eldeki verilerin veya ulaşılabilir bilgilerin, bilişim sistemleri tarafından işlenerek dijital ortama aktarılması + dönüştürülmesi + iyileştirilmesi + etkinleştirilmesi, anlamına gelmekte!
Sayın Temel Aksoy’un dijitalleşme ve karlılık ile ilgili son yazılarından birinde bahsettiği gibi;
“Öncelikle şirketinizin ürettiği ürünlerin dijital pazarlamaya uygun olup olmadığına bakmanız gerekir. Dijital pazarlama her şirket için uygun olmayabilir, ama birçok şirket de yenidünyanın imkânlarından yararlanabilir. Sizin şirketinizin bu alandaki potansiyelini inceleyin. Bunun için konuyu bildiğine inandığınız ve güvendiğiniz uzmanlara danışın.
Ama ben dijital pazarlama deyince Facebook, Instagram, Twitter, Linkedin gibi sosyal medya ortamlarında markanın kendini duyurmasından veya internet reklamları yapmasından bahsetmiyorum. Bunlar dijital pazarlamanın özü değil, tamamlayıcı unsurlarıdır.
Bugün dünyanın neresinde olursa olsun, bir ürüne veya hizmete ihtiyaç duyan her insan ve her şirket, önce cep telefonuyla Google veya Youtube’da araştırma yapmaya başlıyor. Kısa bir zaman harcayarak karşısına çıkan seçeneklerden çoğunu eleyip, bir – iki markayı hafızasına alıyor ve bu markalardan birini satın alıyor.
Eğer sattığınız ürün dijital pazarlama yapmaya uygunsa, müşterinize dijital yollarla ulaşmanın ve ona doğrudan satış yapmanın imkânlarını araştırın. Bunun için de, Inbound Marketing (Markayı müşteriye itmek yerine – Müşteriyi markaya çekmek) yöntemlerini kullanın.
Mükemmel ürünler üretip, bunları en rekabetçi fiyattan satıp neredeyse hiç kar edemeden hayatınızı sürdürmek yerine, hiç vakit kaybetmeden ilk fırsatta dijital pazarlama dönüşümünü gerçekleştin” Şeklindeki görüşlerine katılarak SEO çalışmalarına önem verin demek istiyorum.
Netice de, tüm teknolojik imkânlarımızı zorlayarak ortaya koyduğumuz bu çabalar, ürün veya hizmetlerimizle, sektörde daha sağlam bir yer edinmek ve bunu sürdürebilmek için!
Ar-Ge. Maliyet. Fiyat. Kalite / Döngüsü ile birlikte Satış Sonrası Hizmetler ve Şikâyet Yönetimi de, bu sürdürülebilirliğin en önemli parçalarından biri. (Mr. İnak Manfred – Mr. Felix Antonia ve Sn. Talat Kunter, Sn. Taylan Çağlayan, Sn. Rezzan Erton, Sn. Gülsün Sinanoğlu’na teşekkür)
Bu noktada bildiğiniz gibi markalar için “Çağrı Merkezleri” devreye giriyor ve müşterilerimizle onlar bizim adımıza muhatap oluyor. Dolayısıyla onların da işlerini iyi yapmaları gerekiyor. Bu nedenle de, işlerini çok iyi yapanları tenzih ederek, kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum.
Genellikle; Çevrimiçi Mesaj + SMS + Mail + WhatsApp ile iletilen şikâyetlerin çözümü için;
*) Olsa bile, bilgi için mobil uygulamaların indirilesine, müşterilerin zorlanmaması…
*) İlgili kayıtların tutulması ve gelen taleplerin titizlikle sınıflandırılması…
*) Şikâyetlerin acilen ilgili birimlere yönlendirilmesi ve takip edilmesi…
*) Sorunların çözümüyle ilgili tüketicilere özel bilgi verilmesi…
*) Karşılıklı mutabakat sonrası sorunun en kısa sürede çözülmesi…
*) Müşteriye geri bildirim yapılması ve müşteri memnuniyetine önem verilmesi…
*) Sosyal medya ve İnternetteki şikâyet sitelerinin de düzenli kontrol edilmesi… Gerekiyor!
Özellikle de Nöro Marketing çalışmalarının alt yapısını oluşturacak olan bu değerli veriler, önümüzdeki dönemlerde bizlere ışık tutacak ve markamıza olan güveni de arttıracaktır!..
Dijital Olgunluk Analizi için de İSO ve Boğaziçi Üniversitesi’ne teşekkürler. www.isodijital.com
Daha mutlu bir gelecek için, sevgi ve saygılarımla…
Yönetim Danışmanı Ali Rıza Değer, iş dünyasında pandemi etkilerini azaltmaya yönelik çalışmaları paylaştığı yazısında KOBİ’lerin yapması gerekenleri aktarıyor. Değer’in çıkış noktası ekonomik sıkıntıları aşmak ve yarınlara daha güvenli adımlarla ilerlemek için gelen kurumsal eğitim taleplerinin arkasında yatan gereksinimler.
Dünya genelinde KOBİ’lerin %33’ünde, Türkiye’deki KOBİ’lerin ise %34’ünde Pandemi sebebi ile çalışan sayılarında azalmalar olduğunu gösteren araştırmalar paralelinde KOBİ’lerin gereksinimlerini değerlendiren Ali Rıza Değer’in yazısında ilk sırayı Dijitalleşme başlığının aldığı görülüyor. Değer’in yazısını linkten okuyabilirsiniz.
İçinde bulunduğumuz 2020 yılı başlarından bu yana, biraz hazırlıksız yakalandığımız Pandemi süresince yaşadığımız, hem sosyal – hem de ekonomik sıkıntılar, hepimizce malum! En büyük dileğim de bu süreci, maddi ve manevi anlamda en az hasarla atlatmak + normale dönmek!..
Bunun, çok kolay olmayacağını hepimiz biliyoruz ve elimizden geldiğince çaba gösteriyoruz.
Bu çabalar da, kişisel + toplumsal ve kurumsal olarak duruma göre değişkenlik gösterebiliyor.
Yazının başlığı ve konusu da, iş dünyamızda bu çabalara yönelik, hamleler ve talepler…
Bu taleplerden bir tanesi geçenlerde şirin bir ilimizin Ticaret ve Sanayi Odasından (TSO) geldi!
Daha öncede çeşitli vesilelerle temaslarda bulunduğumuz bu TSO, ekonomik sıkıntıları aşmak ve yarınlara güvenle bakmak için, özellikle KOBİ kapsamında bulunan üyelerine yönelik, uzun süreli ve birkaç aşamalı “Özel Kurumsal Eğitimler” talebinde bulunuyordu.
Aynı günlerde, sosyal medyada da ilginç bir haber yayınlandı. Webrazzi.com’daki haberin başlığı “Facebook verilerine göre Türkiye’deki KOBİ lerin % 34’ü, Pandemi sebebiyle çalışan sayısını azalttı.” şeklindeydi. Facebook’un “Küçük İşletmeler Küresel Durum Raporu” ile ilgili Sayın Gözde Ulukan’ın haberinde; Facebook, Covid 19 Pandemi döneminin, Dünya ve Türkiye KOBİ’leri üzerindeki etkilerini ölçen araştırmasının, ilk sonuçlarının yayınlandığı belirtiliyor ve
Dünya genelinde KOBİ’lerin %33’ünde, Türkiye’deki KOBİ’lerin ise %34’ünde Pandemi sebebi ile çalışan sayılarında azalmalar olduğu, açıklanıyordu. Kısaca; Facebook’ta reklam faaliyetlerinde bulunan KOBİ’lerin, Pandemi döneminde yaşadığı işletme sıkıntıları, bir kez daha ön plana çıkıyordu. Ve bunun farkında olan Ticaret ve Sanayi Odaları gibi sektör önderleri de, üyelerine yeni ufuklar açmak için çare arıyorlardı. Bu nedenle de, kendilerini bir kez daha kutlamak istiyorum!
Neyse! Eğitim konu başlıklarına detaylarına girmeden baktığımızda, bunların tüm Kobiler için de çıkış yolu olabileceği düşüncesiyle, bu yazı gündeme geldi. Umarım beğenirsiniz!..
TSO tarafından hizmet ve üretim sektörlerinde yer alan üyeleri için, istenilen eğitimler;
1) Dijitalleşme…
2) Kurumsal Check-Up + Finans + Hedefler + Satış ve Pazarlama…
3) Web Sitesi (Görsel ve Kısa İçerikli + Özellikle de Mükemmel Mobile Uyumlu)…
4) SEO Çalışmaları (Google + Yandex + Yaani)…
5) Web Analytics ve Veri Yönetimi…
6) E-Ticaret (Alternatifli)…
7) Kalite + Tedarik Zinciri ve Lojistik + Şikâyet Yönetimi…
8) Dış Ticaret ve Online Fuarlar + Potansiyel Müşteriler…
9) Sosyal Medya ve İçerik Üretimi… (Y. Elk. Müh. Sn. Hasan Bıçakçı’ya sevgi ve saygıyla)
şeklinde idi. Ve bizim önereceğimiz ilave eğitimlere de açık olduklarını belirtmişlerdi!..
Bunların içinde, ilk sırada yer alan ve günümüzde “Olmazsa / Olmaz” olan, Dijitalleşme; ürünlerinde veya üretim süreçlerinde değer yaratmak isteyen ticaret ve sanayi firmalarının, gündemindeki en önemli konulardan birisi. Özellikle de imalat sanayinde yer alan firmaların; Üretim Modellerinden – Yönetim Kültürüne, Müşteri İlişkilerinden – Tedarik Zincirlerine kadar tüm uygulamalarını, dijitalleşme süreçlerine uygun şekilde, gözden geçirmeleri gerekmekte.
(İSO İstanbul Sanayi Odası tarafından düzenlenen Dijitalleşme Webinarları için teşekkürler!)
Son sırada yer alan Sosyal Medya ve İçerik Üretimi de, ilk sıradaki Dijitalleşme ile direkt ilgili. Sayın Temel Aksoy’un “İçerik Pazarlaması Nasıl Yapılır” başlıklı, son yazısında belirttiği gibi;
“Dijital müşteri her şeyden önce kontrolün kendisinde olmasını istiyor. İstediği zaman bilgi alacağı, istediği zaman alışveriş yapacağı bir özgürlük istiyor. Bu modern müşteriyi markaya çekmek, onu cezbetmek ve ona satış yapmak için Inbound pazarlama yöntemleri uygulamak gerekiyor. Inbound pazarlama anlayışı, markayı müşteriye itmek yerine – müşteriyi markaya çekmek, üzere kurgulanan bir pazarlama yöntemi.
Dijital müşteriler bir markanın internet sitesine girdikleri zaman akıllarındaki bütün sorulara samimi bir şekilde cevap veren markalara yakınlık duyuyorlar. Ve de bu markalardan alışveriş yapmak istiyorlar. İşte bu nedenle markaların içerik üretme ve ürettikleri içerikleri cömertçe paylaşma zorunlulukları var.
Pek çok marka, kendi web sitesinde veya sosyal medya hesaplarında sadece şirketin ne kadar büyük ve güvenilir bir şirket olduğunu anlatma telaşı içinde!.. Bu nedenle, bu anlayışa sahip şirketler; yönetim binalarının, kurucularının ve yöneticilerinin fotoğraflarını yayınlamaya bayılıyorlar!
Oysa dijital müşteri bunları değil, markanın; kendi hayatlarına nasıl bir katkı sağlayacağını merak ediyor.” Şeklindeki görüşlere, katılmamak mümkün değil!..
(Bildiğiniz gibi yukarı konusu geçen “Inbound Pazarlama” anlayışı; hizmet veya ürünlerinizle ilgili, hedef kitlenizin beğeneceği içerikler oluşturmak + bunları sosyal medyada paylaşmaktır.
Dolayısıyla, insanlar beğendikleri içerikleri paylaşarak, sizi potansiyel müşterilere ulaştırırlar!)
Kobilerin Pandemiden Çıkış Yollarında, ilk ve son sıradaki eğitimlerle birlikte, ikinci sırada yer alan Kurumsal Check-Up + Finans + Hedefler + Satış ve Pazarlama ise işletmelerin “Dününü + Bugününü + Yarınını” ortaya koymak ve gerekli planlamaları yapabilmek için, bir yol haritası.
Üçüncü sırada yer alan, Web Sitesi (Görsel ve Kısa İçerikli + Özellikle de Mükemmel Mobile Uyumlu) ve dördüncü sırada yer alan SEO Çalışmaları ile beşinci sıradaki Web Analytics ve Veri Yönetimi, ciddi olarak üzerinde durulması ve günümüzde hata kabul etmeyen konular.
Bu nedenle gerekirse dış destek alarak üzerlerine eğilmek ve internetle entegre olmak gerek!
Altıncı sıradaki E-Ticaret; eğer işimizle uygunsa, mutlaka önem vermemiz gereken bir alan.
Yedinci sıradaki, Kalite + Tedarik Zinciri ve Lojistik + Şikâyet Yönetimi’nde, Kalite; ürün ve hizmetlerimizdeki standartları daha iyi hale getirerek, rekabet üstünlüğünü elde etmemiz, anlamına geliyor. Tedarik Zinciri ve Lojistik de; kaliteyi, ucuza mal etmek ve iyi bir ulaştırma organizasyonu ile ilgili. Şikâyet Yönetimi’ne gelince, işte en büyük sıkıntı da burada ortaya çıkıyor. Maalesef internetteki birçok Şikâyet Sitesi; ürün veya hizmete yönelik, şikâyetlerle dolu. Ki, bu tür sıkıntıları yaşayan işletmelerin, bu problemlere; direkt veya endirekt (Çağrı Merkezler kanalıyla) acil çözümler üretmesinde, fayda var!
Sekizinci sıradaki, Dış Ticaret ve Online Fuarlar konusunda, bildiğiniz gibi dış ticaret özel bir mevzuata sahip. Ve özellikle ihracat için, iyi bir uzmanlık bilgisine ve de İngilizce + sektörel pazarlara yönelik diğer yabancı diller versiyonlu, çok iyi bir web sitesine ihtiyaç var. Online Fuarlarda, bu dönemde gündeme geldi ve ciddi anlamda ilgi gördü. Sektörel rekabet + iç ve dış ticaret açısından, kesinlikle değerlendirilmeli, diye düşünüyorum.
Tabii bu arada, işverenler ve çalışanlar açısından tüm Devlet + SGK teşvikleri, yeni ekonomik düzenlemeleri ve tedbirleri çok iyi takip etmek gerekiyor. Ayrıca pandemi süresince gündeme gelen ve ön plana çıkan; Zoom / Teams / Duo / Messenger / Instagram / YouTube Toplantıları + Webinarlar + Video Konferanslar + Vs… İçin de, tecrübe kazanmak gerek!
Netice de bu 9 eğitimin, Pandemiden çıkış yolları için Kobilerimize yararlı olacağı muhakkak!..
Ancak önemli olan eğitimler sonrasında yapılacak uygulamalar ile sektörü izlemek ve özellikle vadeli satışlarda, KOBİ’lere yönelik Devlet destekli Ticari Alacak Sigortası Sistemi’ne katılmak!
Bu konulardaki katkılarından dolayı; Sn. Kati Riza + Sn. Gardi Kadi + Sn. Fevzi Cabir + Sn. Akif Sezai + Sn. Hakkı Dikilitaş + Sn. Ahmet – Hamdi Levent’e, içtenlikle teşekkürlerimi sunuyorum.
Daha mutlu bir gelecek için, tüm Kobilerimizin ve iş dünyamızın; Pandemiden çıkış yollarının, her zaman açık olması dileğiyle…
Danışman ve öğretim görevlisi Didem Tınarlıoğlu, korona pandemisiyle hayatımıza giren maske ve maske takmak konusuna farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve şöyle diyor: “Ya büyük bir oyunun figüranıyız ya da yüz yılda bir gelen bir salgının göbeğinde şansız bir insan evladıyız. Hangisi olursa olsun, akış değişmeyecek belli ki. İlla bir maske takacaksak bakış açımızı değiştirdiğimiz maskemizi takalım. Maskemizi çıkaracaksak sahte kimlik maskelerimizi çıkaralım, koruyucu bez maskelerimizi çıkarmayalım. İşimize, sevdiklerimize, akranlarımıza, bedenimize, ruhumuza ve dünyaya farklı bakalım.” Tınarlıoğlu’nun yazısının tamamına linkten ulaşabilirsiniz.
Farkında mısınız bilmem, herkes son dönemlerde bir durgun, bir yavaş, en çok zihinler dağınık. Nereye uçtuğunu bilmeden, nereye konacağını kestiremeden, havada uçuşan polenler gibi belirsizlik içinde yaşamaya çalışıyor herkes. Aslında farklı bir şey beklemek çok da doğru değil. 2020 çok ama çok enteresan bir yıl.
Bir yandan yaşananlardan dolayı bir şükretme ve şükran hali sürerken, diğer yandan hayat amacından uzaklaşmış insan topluluklarına döndük. Bazıları, içine kapanmış sessizleşmiş, bir kısmı daha olgunlaşmış, bir kısmı ise “sağlığımdan öte bir şey yok, gördük ki bir hırka bir çorbayla geçiyormuş hayat “ diyerek farklı ruh halleri içerisinde bu günlerde. Genci yaşlısı belki de ilk kez benzer duyguyu yaşıyor. Bu çok tuhaf. O ortak duygunun adı korku. Kimi, ağzına bir lokma atarken, bir yerden bir yere giderken, evine en temel alışverişi yaparken hatta yolda yürürken sağlığını kaybetmekten endişe ederek salgına yakalanma korkusu yaşıyor, kimi ise tüm bunların yanı sıra bir de mali olarak kayıp yaşama, psikolojik olarak yıpranma ve en önemlisi sevdiklerine bir şey olmasından korkuyor.Korku ve endişe her an her yerde. Çünkü hayatın tam içinde.
Kolay değil elbet. TV’lerde her akşam birbirinden endişe verici haberleri izlemek, sağlık profesyonellerinden devlet adamlarına, bilim adamlarından astrologlara kadar herkesin bazen gidişatı anlatmak için söyledikleri ve geleceği pek parlak göstermeyen programların ardı ardına yayınlandığı bir dünyada, üstüne üstlük belirsizliğin her geçen gün arttığı bir ortamda, insanların endişeli ve mutsuz olmalarından daha doğal ne olabilir ki?
İçinde yaşadığımız günler, yolda yürürken karşıdan gelen birini gördüğümüzde maskemizin iyi koruyup korumadığını kontrol ettiğimiz, sürekli alnımıza dokunarak ateşimizi ölçtüğümüz, başımız ağrımaya başladığında vasiyetimizi yazmaya yeltendiğimiz, belirti göstermeden test yapılmadığını bildiğimiz için karaborsadan test ayarlamaya çalıştığımız çok farklı günler. İnsanlık buna benzer hatta daha kötülerinden çok geçmiş aslında.
1900’lerin başında Osmanlı’nın karışık coğrafyasında doğmuş bir çocuğu düşünsenize. Önce Balkan savaşları, sonra I. Dünya Savaşı, o sırada İspanyol gribinden kaçayım derken, Kurtuluş Savaşı. Arada bir nefes alıp gençliğimi yaşayayım dese kalkınma mücadelesi ve yokluk yılları, dünyanın en büyük ekonomik krizlerinden biri 1929 yılı buhranı. Bitti mi tabii ki hayır, yaklaşık 65 milyonun üzerinde insanın yaşamını yitirdiği büyük yıkımlara yol açan 2.Dünya Savaşı. Bizim çocuk 45 yaşına geldi ama yaşadığı bol bol mücadele, yokluk ve savaş. Şu 6 ay yaşadıklarımıza bakıp, biz de dünyaya gele gele bu devirde geldik diye hayıflanıyoruz ya, acaba bir kere daha düşünsek mi?
Peki tüm dünyada, bilim adamları, hekimler, sağlık bakanları, herhangi bir aşı bulunamamışken, ilaç yokken bu durumla nasıl baş etmemizi tavsiye ediyor? Birbirinizden uzak durun ve ağzınızı ve burnunuzu kapatın yani kısacası maske takın diyerek.
Hani şu, hepimizin şikayet ettiği, takmamakta direttiği, içinde alamadığımız nefesimizi tarif etmekten yorulmadığımız maskeler. O maske ki bundan önce özel baloların zengin davetlilerinin, Zorro gibi kahramanların, isimsiz kahramanlar cerrahların ve doktorların diğer yandan da tanınmak istemeyen hırsızların aksesuarıyken bugün rengarenk modelleriyle tüm insanlığın ortak giysisi haline dönüşmüş durumda. Eminim bu yazıyı okuyan bir sürü okurumuz evden tam çıkarken aklına maskesi geldi ya da evden çıkmışken geri dönüp maskesini taktı ve sokaktaki yolculuğuna öyle başladı.
MASKELİ DÜNYA VE ONUN SAHTE YÜZLERİ
Maske önemli dedik demesine ama, bu meselede benim asıl takıldığım yer başka. Bu maskeyi takmak bu kadar zor da, yüzümüze her gün başka başka takındığımız maskeleri takmak daha mı kolay? “Maske takınca nefes alamıyorum” diyenlere şunları söylemek istiyorum: “Başkalarının gözlerinin içine bakarken taktığın maskeyi takarken nefes alabiliyor muydunuz?” Patrona herşey yolunda maskesi, eve gelince eşine takındığınız mutlu eş maskesi, sevmediğiniz birini yolda görünce çok özlemiş gibi yapmanın maskesi, en kötüsü de ideolojinizden ödün maskesini takarken nefes alabiliyordunuz da, şimdi bu bez parçasından ibaret maskeyi takarken mi nefes alamıyorsunuz?
Sözün özü; İçinde bulunduğumuz durumu değiştirmeye çalışma ve etkisiz olup, edilgen olmanın verdiği ego gömleğini bir kenara asalım artık. Kabul edelim ki akışı değiştirme şansımız yok.Ya büyük bir oyunun figüranıyız ya da yüz yılda bir gelen bir salgının göbeğinde şansız bir insan evladıyız. Hangisi olursa olsun, akış değişmeyecek belli ki. İlla bir maske takacaksak bakış açımızı değiştirdiğimiz maskemizi takalım. Maskemizi çıkaracaksak sahte kimlik maskelerimizi çıkaralım, koruyucu bez maskelerimizi çıkarmayalım. İşimize, sevdiklerimize, akranlarımıza, bedenimize, ruhumuza ve dünyaya farklı bakalım.
Yönetim Danışmanı ve uzman konuşmacı Ali Rıza Değer, SEKODAY (Sağlık Ekonomisinde Dayanışma ve Destek Projeleri) kapsamında yapılan projeleri bizlerle paylaşmaya devam ediyor. Dünya ve ülke ekonomisi dikkate alındığında yaklaşık %10 gibi büyük bir pazara sahip olan sağlık ekonomisinde, akıllı tasarruflarla ve sürdürülebilir maddi kaynaklarla yaratılacak farklı projeler ortaya konulabileceğini aktarıyor.
Bu projelere bir örnek: Yalnız ülkemizde yıllık 3 – 5 milyar adet civarı satılan ilaç kutularını dikkate alarak, tüm ilaç kutularının içinde bulunan prospektüslerin; üreticilerinin veya ülkemizdeki partner temsilcilerinin web sitelerinde yayınlanarak ve teknolojik imkanı olmayan tüketiciler için de Eczaneler tarafından, satış esnasında “Çıktı” alınarak – kişilere verilmesi şeklinde, özel tasarrufa gidilmesi ile 1 yılda en az 40..00 TL’lık, sürdürülebilir bir kaynak yaratmak mümkün!
Ali Rıza Değer’in yazısına, linkten ulaşabilirsiniz.
Hatırlayacağınız üzere yıl başından buyana, Covid-19 un; gündemimizi çok yoğun bir şekilde meşgul ettiği şu günlerde, “SEKODAY / Sağlık Ekonomisinde Dayanışma ve Destek Projeleri” konusunu, yaklaşık 2 – 3 ay önce sizlerle paylaşmıştım.
Ulusal veya uluslararası boyutlara taşınabilecek, bu proje konusu; 2 – 2001 yıllarında BM Genel Sekreteri Mr. Kofi Annan önderliğinde; sürdürülebilir bir gelecek için, tüm toplumlara ödenmesi gereken halk vergisi (Sn. Doruk Uzuner) ve dünyayı kendilerinden ödünç aldığımız çocuklarımıza olan borçlarımızı ödemek – ilkeleriyle, iş dünyasında yayılmaya başlayan ve ilk açılımlarının tanıtıldığı 2001 Uluslararası Lions Konvansiyonu – Indianapolis USA sonrası, hem kişisel + hem kurumsal + hem de sektörel olarak desteklediğimiz, Birleşmiş Milletler – Küresel İlkeler Sözleşmesi / UN Global Compact 15 – 16 Haziran 2020 / 20. Yıl Liderler Zirvesi’ne, beni davet etmeleri üzerine, aklıma gelmişti! (Davete icabet ederken, elim boş gitmemek için! J)
Neden? Diye sorarsanız?
Üyesi olmaktan ve gelişmelerine katkıda bulunmaktan büyük mutluluk duyduğumuz, Global Compact’ın, 2015 yılında açıkladığı “2030 Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları”nın (SKA); Resmi Kurumlar + Özel Sektör + Sivil Toplum Kuruluşları’nın katılım ve katkılarıyla “1) Gelecekle ilgili sorunları + Çözüm önerilerini paylaşmak 2) Birlikte iş yapmak 3) Birlikte başarmak” şeklindeki ilkeleri… Ve de bu ilkelere, bizim verdiğimiz kurumsal katkı ve destek nedeniyle, diyebilirim!..
Sizlerinde bildiği gibi, marka olma yolunda yapmakta olduğumuz kurumsallaşma çalışmaları sonucunda, nesilden – nesile elde edilecek en büyük kazanç olan, Sürdürülebilirlik; kurumsal yurttaşlık ilkeleriyle – kişilerden bağımsız olarak, gelecek nesillere zarar vermeyecek şekilde – bu günün ihtiyaçlarına cevap verebilmek için, tüm hizmet ve de üretimlerimizi daha verimli, tüketimlerimizi de daha bilinçli hale getirerek, “Hedefleri Belirlemek + Stratejik Planlamaları Yapmak + Bütçelemek + Harekete Geçmek + Gelişmeleri Denetlemek + Düzenli Raporlamak… Şeklinde açıklanmakta! (Merhum Ln. Erdinç Gündüz + Mustafa Yavuzlar’a sevgi ve saygıyla!)
Ancak projelerin sürdürülebilir olması için de, kategorilere göre özel sponsorlara veya düzenli bir gelir kaynağına ihtiyaç olduğu da muhakkak! Ve bizim bu projedeki ana amacımız, ortaya konulacak sağlık sektörü ile ilgili projelere, düzenli ve sürdürülebilir kaynaklar yaratmak!..
Sekoday ile ilgili daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi “Sağlık Sektörü”, 2019 yılı sonları ve 2020 yılı başlarından bu yana tüm dünyada yaşanan Pandemi süresince, 1 numaralı sektör halini aldı. Daha önce de “Silah Sanayi” ile birlikte, zaten 1 numara idi. Ama… Neyse! J
Sağlığın; insanların ve tüm canlıların, daha mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürebilmeleri için, her türlü koruma ve tedavi edici faaliyetlerle gerçekleştirilen, bir sistemler disiplini olduğu konusunda, tıp uzmanları da dâhil – hepimizin aynı fikirde olduğumuzu düşünüyorum!
Netice de çeşitli uluslararası kaynaklara göre, 90 – 100 Trilyon $ lık dünya ekonomisi içindeki, 9 – 10 Trilyon $ lık – Ve de ülkemizde de 45 – 50 Milyar $ lık bir pazardan, yani “İnsanlar + Tüm canlıların” sağlığından bahsediyoruz! (Veri kaynakları; Sn. Cenan Torunoğlu ve Sn. Melih Esin)
Dünya ve ülke ekonomimizi dikkate aldığımızda yaklaşık % 10 gibi büyük bir pazara sahip olan sağlık ekonomisinde, akıllı tasarruflarla ortaya konabilecek – sürdürülebilir maddi kaynaklarla, belirli bir paylaşım ve birliktelikle, çok güzel projeler ortaya konulabilir düşüncesiyle, Sekoday gündemimizdeki yerini aldı! Konunun açılımı, çeşitli mecralarda ve sosyal medyada paylaşıldı.
Burada amacımız; daha önce de belirttiğim gibi, proje üretmek değil. Üretilen, beğenilen ve seçilen projelere – maddi destek sağlayabilecek, sürdürülebilir kaynakları ortaya çıkartmak!
Projeler konusunda şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada, hem ülkemizde hem de tüm Dünya’da; “Stratejik Hedefler + Uluslararası ve Ulusal Politikalar + Ekonomik Şartlar + Sosyal ve Kültürel Farklar + Teknolojik Gelişmeler + Yasal Uygulamalar + Çevresel Faktörler” dikkate alınarak geliştirilebilecek, birçok proje ortaya konacaktır!..
Bu projelerin kapsamlarına ve büyüklüklerine göre; Dünya Sağlık Örgütü + Sağlık Bakanlığı + İlaç Şirketleri + Üniversiteler + Devlet – Şehir / Hastaneleri + Özel Hastaneler + İlaç – Medikal – Tıbbi Malzemeler / Sektör Dernekleri ve Sendikaları + Sağlık Yönetimi ve Hasta Dernekleri + Hayat Sigortası Şirketleri + Tabipler Odası ve Ecza Kooperatifleri + Sosyal Güvenlik Kurumları ile işbirliği içinde sürdürülebilirliği sağlamak, iz bırakmak adına güzel bir yol haritası olacaktır!
Özellikle Covid-19 döneminde, önce insan – sonra da tüm canlıların sağlığına yönelik, bu tür proje örnekleri arasında; Ankara Sanayi Odası + Ticaret Odası + Ticaret Borsası + Sivil Toplum Kuruluşları + Özel Şirketler’in desteğiyle “Coronathon Türkiye” / Yenibirlider Derneği + Zorlu Holding desteğiyle “İmeceLab” / Lokman Hekim Üniversitesi + Toplam 50 adet Resmi ve Özel Kurumun desteğiyle “Türkiye Covid-19 Ortak Akıl Platformu” / Acadebi + Genç Girişimciler desteğiyle “Askıda Girişim Platformu”, yazılı ve görsel basın ile sosyal medyada yer aldı. Bunlar gibi, daha birçok proje olduğu ve bundan sonra da olacağı, muhakkak!..
Bu projelerde girişimciler, ödül olarak açıklanan rakamları, paydaş resmi / özel kurumlardan alabiliyorlar. Ancak projelerin sürdürülebilir olması içinde düzenli akar kaynaklara ihtiyaç var!
Ben, bu noktada; Sekoday’ın da çıkış noktası olan, basit bir kaynaktan bahsetmek istiyorum!..
Şöyle ki, yalnız ülkemizde yıllık 3 – 5 Milyar* adet civarı satılan ilaç kutularını dikkate alarak, tüm ilaç kutularının içinde bulunan prospektüslerin; üreticilerinin veya ülkemizdeki partner temsilcilerinin web sitelerinde yayınlanarak ve de teknolojik imkânı olmayan tüketiciler için de “Eczaneler” tarafından, satış esnasında “Çıktı” alınarak – kişilere verilmesi şeklinde, özel tasarrufa gidilmesi ile 1 yılda en az 40…- TL** lık, sürdürülebilir bir kaynak yaratmak mümkün! Ne dersiniz? / (* Normal + Eşdeğer + Jenerik İlaç Toplamı x 1 Kutu İçin 0.01 TL**) Ayrıca, artık; sadece ilaç prospektüs bilgilerini – arayanlara ileten, web siteleri de mevcut!
Tabii, bu kaynağın; diğer bazı ilaç ambalajları için de, tıbbi şartların elverdiği ölçüde, daha da büyütülmesi söz konusu olabilmekte! (Ln. İsmail Akgül’e proje önerileri için çok teşekkürler.)
Netice de bu fikirler çerçevesinde “Sekoday” ile ilgili düşüncelerimizi önce iş çevremizdeki kişi ve kuruluşlarla paylaştık. Olumlu geri dönüşler alınca da sosyal medyada duyurulara başladık!
(Linkedin + Facebook + Twitter + Instagram + Messenger + Xing + Scribd + Ecosia + Hopely…)
Konuyu açıklayıcı makalelerimiz, çeşitli internet siteleri ve blog larda (Sekoday Web + WinAlly + Yılbak Web + KRC Yönetim / Blog + İndeks İletişim + Marmara Yelken Blog + Finans / Ticaret Türkiye + Kobitek + MuhasebeDR + Taider + KalDer + Erenköy Lions Kulübü + Vs) yayınlandı!..
Daha sonra fikir alışverişi için, yapmamız gereken toplantıları, Covid-19 Pandemi nedeniyle canlı olarak yapma imkanı bulamadığımızdan, Nisan ve Mayıs aylarında Sekoday Webinarları düzenledik. Özellikle de bu webinarlara katılarak, bizlerle değerli görüşlerini paylaşan sevgili Lion dostlarımıza tekrar en içten teşekkürlerimizi, bir kez daha buradan sunmak istiyorum.
Bilahare konunun, Sağlık Bakanlığına ve TİTCK Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumuna iletilmesi için, proje dosyamızı; İEİS İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası + TİSD Türkiye İlaç Sanayicileri Derneği + AİFD Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği + UNGC – Global Compact Türkiye / Genel Sekreterliklerine ilettik! (Ln. Neşe Taşkan + Ln. Seçkin Akoğlu + Ln. Meral ve Ahmet Mutlugil)
Ayrıca “Yılbak ve Seppic – Fransa” olarak katılımcıları arasında yer aldığımız “CPhI Uluslararası İlaç Üretimi ve Tedarik Zinciri Fuarı 2020 Webinarları”nda, konuyu diğer katılımcılara iletmek üzere hazırlıklarımızı yaptık ve projenin dünya çapında duyurulmasını gerçekleştirdik.
Sonuçta, 15 – 16 Haziran 2020 tarihlerinde New York da yapılması planlanan “UN Global Compact 20. Yıl Liderler Zirvesi” Covid-19 nedeniyle Webinar şeklinde yapıldı ve bizler de SEKODAY projelerimizle zirvedeki yerimizi aldık. Ve diğer katılımcılarla dosyamızı paylaştık.
Güzel ve olumlu geri bildirimler almaya da devam ediyoruz.
Daha mutlu bir gelecek için… “Sekoday” projemizin, hayırlı ve uğurlu olması dileğiyle!..
Pandemi günlerinde vaka sayılarıyla ilgili haberler kadar bağışıklık sistemimizin hayati önemi konusunda yapılan açıklamaları da aynı sıklıkla dinliyoruz.
Yönetim Danışmanı ve konuşmacı Ali Rıza Değer, bağışıklık sistemini kişiler üzerinden değil, şirketler ve özellikle Aile Şirketleri üzerinden değerlendiriyor.
Bağışıklık sistemleri kuvvetli ve tedbirli şirketlerin krizlerden başarıyla çıkacağını aktarıyor ve şöyle diyor: “Aile Şirketlerimizde” genellikle her türlü sorun, şirketin yaşına, ailenin büyüklüğüne ve işle ilgili Aile Ağacı’na göre, en az 2 ile çarpılıyor. Bu nedenle bazı noktalara dikkat ederek yolumuza devam etmek ve şirketin bağışıklık sistemini güçlendirmek gerekiyor…” Aile şirketlerinin bağışıklık sistemini güçlendirecek öneriler için yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
2020 yılının ilk aylarından bu yana içinde bulunduğumuz ve de bir an önce “yeni normal”e dönülmesini arzu ettiğimiz Covid-19 küresel salgını esnasında, genellikle evde geçirdiğimiz zamanlarda televizyon kanallarında yoğun bir şekilde yer alan “Bağışıklık Sistemi Ürünleri” reklamlarının gözünüzden kaçmadığını düşünüyorum. Virüslere karşı koruma kalkanımızı oluşturan ve bizi hastalıklardan koruyan bağışıklık sistemimizin önemini de, zaten hepimiz biliyoruz. Bu nedenle bu tür reklamların sayısındaki artış da çok normal! Hele hele, besin takviyesi ve ilaç yan sanayii için, ekonomik getirileri açısından!.. J
Peki. Şimdi sizlere “vücudumuzdaki bağışıklık sisteminin önemi ile şirketlerin bünyesindeki bağışıklık sistemleri arasında büyük bir fark olabilir mi?” diye sorsam? Ne dersiniz?
Mart – Nisan – Mayıs aylarında tüm sektörlerde yaşadığımız; ekonomik sıkıntıları + iş – güç kayıplarını + işsizlik oranlarını + ileriyi görememe zorluklarını… Düşündüğünüzde, ne demek istediğimi anladığınızdan ve “Hayır” diyeceğinizden adım gibi eminim!
Tabii, durum yeni ve sadece bu dönem için söz konusu değil! Daha önceki kriz dönemlerinde de böyleydi. Bağışıklık sistemleri kuvvetli ve tedbirli firmalar o krizlerden başarıyla çıktı. Ama bu sefer kriz tüm dünyayı sardı ve etkiledi. Hayatımıza; evde kalma + sürekli maske takma + sosyal mesafeyi koruma + steril ortamlarda bulunma + karantina… Gibi kavramlar dâhil oldu!
İçinde bulunduğumuz dönemde doğru atılım yapan; online ticaret ve kargo şirketleri, artan iş hacimlerini iyi yöneterek, bu sıkıntıları pek yaşamadılar. Ama konumuz onlar değil!..
Konumuz, bu problemlere muhatap olan “Şirketler” ve özellikle de “Aile Şirketleri”…
Şirketlerin, genellikle olumsuz değişken koşullardaki en önemli gücü; etkin çalışan yapısı ve yetenekli yönetim ekibinin, gücüdür. Bu güçle ve “şeffaflık + izlenebilirlik + sapmalarda hızlı reaksiyon + kurumiçi iletişim + önce insan” ilkeleriyle; karşılıklı güven ortamının sağlanması ve de bu ortamın sürdürülebilmesi, mümkün olmaktadır.
Bu güven ortamı sonrasında tüm ekibin ortak aklıyla başarılara imza atmak için; müşteri ihtiyaçlarını anlamak ve onların ihtiyaçlarına göre hızlı önlemler alarak ürün veya hizmetler geliştirmek ve de pazarın ihtiyacı değiştiğinde, özellikle de tedarik zinciri + lojistik + şikâyet yönetimi ile birlikte bu değişime, çevik ve esnek olarak reaksiyon göstermek, gerekmekte!
(Özellikle, üretime dayalı sektörlerle ilgili bu görüşlere, pozitif katkılarından dolayı “Yalın Enstitü Başkan Yardımcısı Sn. Cevdet Özdoğan”a en içten teşekkürlerimi sunuyorum!..)
Şimdi de konuyu, Aile Şirketleri’ne getirmek istiyorum…
Çünkü “Aile Şirketlerimizde” genellikle her türlü sorun, şirketin yaşına ve ailenin büyüklüğüne Ve de işle ilgili Aile Ağacı’na göre, en az 2 ile çarpılıyor. Bu nedenle aşağıdaki noktalara dikkat ederek yolumuza devam etmek ve bağışıklık sistemini güçlendirmek gerekiyor. Bunun içinde; *) Varsa, aile içi çatışmaları ve çekişmeleri şimdilik bir kenara bırakmak…
*) Şirketle ilgili olan aile üyelerinin, geleceğe yönelik görüşlerine değer vermek…
*) Eski alışkanlıklardan vazgeçmeyi ve konfor alanlarından çıkmayı, göze almak…
*) Önyargılı davranmayıp, değişime ve dönüşüme çabuk adapte olmak…
*) Gelişmeleri ve yeni tüketici trendlerini, sektörel olarak değerlendirmek…
*) Mevcut durum analizini, çok ama çok dikkatli yapmak…
*) İş planı ve nakit akış tablosuna göre hareket etmek…
*) Termin sürelerinde ve stoklarda küçülmek ve de nakitte kalmak…
*) Özel ve genel masraflarda tasarrufa yönelmek ve israfı önlemek…
*) Kurumiçi bürokrasiyi mümkün olduğunca en aza indirmek…
*) Yeni fikirlere değer vererek, özel çözümlerle birlikte, tedavi süreçlerine yönelmek…
*) Ekibe güvenmek ve bu sıkıntılı günlerde – işten çıkarmaları – çare olarak düşünmemek…
*) Kısa ve uzun vadeli hedefleri gözden geçirmek. Ve de ekiple paylaşmak…
*) E-Ticaret + Ar-Ge ve Ur-Ge projelerine önem vermek…
*) Sektörel derneklerle dayanışma içinde olmak…
*) Devlet teşviklerini ve ekonomik tedbirleri, çok iyi takip etmek…
*) Mümkünse iş mekânları dışında, mobil çalışmayı desteklemek…
*) Olumsuz eleştiri ve mobbing’siz, çalışanları; ortak karar alma süreçlerine dâhil etmek…
*) Müşteri memnuniyetine, kurumsal iletişime ve doğru teknolojilere yatırım yapmak…
*) Dijital ortamlardan ve sosyal medyadan mümkün olduğunca yararlanmak…
*) İş konusu elverişli ise uzaktan yönetim ve uzaktan çalışma sistemlerine sıcak bakmak…
*) Webinar ve video konferans toplantı sistemlerine destek vermek…
*) Krizleri fırsata çevirenleri çok iyi izlemek ve pazarda ona göre pozisyon almak…
*) Her zaman bağışıklık probleminin baş nedeni olan, moral bozukluklarından uzak durmak…
Ve son olarakta; çalışan mutluluğuna önem vermek + Olumlu katkılarında takdir ve teşekkür etmek. Gibi konular – önce Size – sonra da Şirketinize ve Ailenize, işinizle ilgili yön verecektir!..
Ama önce işe, ilk sırada yer alan iç çatışmaları bir kenara bırakarak başlamak gerek. Şöyle ki;
Konunun uzmanlarından Sayın Prof. Dr. Acar Baltaş’ında “Değerlerle Kriz Yönetimi…” başlıklı yazısının son bölümünde belirttiği gibi… (İlk yayın 11 yıl önce / Kaynak Dergisi 37. Sayısında)
“Ekonominin daraldığı ve işlerin iyi gitmediği zamanlarda; müşteriler de, çalışanlarımız da gelecekleriyle ilgili endişe duyarlar. Bu endişeleri azaltmanın yolu da, açık olmaktan geçer. Çalışanları, kurumun durumu ve ekonomideki gelişmelerin muhtemel etkileri konusunda, ümitsizlik ve karamsarlık yaratmadan bilgilendirmek gerekir…” Şeklindeki önemli görüşlere katılmamak mümkün değil!.. Çünkü bu konunun standart bir reçetesi, maalesef henüz yok!
Ya kardeşim, bunları bizde biliyoruz. Bunlar için para lazım. Onu nerden bulacağız dediğinizi duyuyor gibiyim. Şu an için mevcut bütçeniz yoksa acilen dış kaynak aramanız gerektiğini siz zaten biliyorsunuz. Ama en azından durumlar normale döndükten sonra ise önerim, 45 yılı aşkın iş hayatımda önemsendiği pek görmediğim, eski ve yeni Türk Ticaret Kanunlarındaki “Yedek Akçe” konusuna, sıcak bakmanız ve sadık kalmanız, yeterli olur diye düşünüyorum!..
Sn. Helen Sibel Maksim’e + Aşkın Taşkın’a + K. Ahmet Hayri Caner’e en içten teşekkürlerimle!
Tüm yaşamınız boyunca da; hem sizin + hem iş ve sosyal çevrenizin, hem de aile şirketinizin veya kurumunuzun, bağışıklık sistemlerinin güçlü olması dileğiyle!
Daha mutlu bir gelecek için sevgi ve saygılarımla…
Bazı meslek grupları var ki, birçok işimizi onlar olmadan asla yapamıyoruz. Özellikle pandemi günlerinde ülkenin %72’si evlerine kapanmışken bir kesim var ki elimiz ayağımız oldular desek yeridir.
Farklı meslek grupları
Evlerimize apar topar ofis kurmamız gerektiğinde destek malzemelerimizi hazırlayan kargo çalışanları, markete bile çıkamadığımız zamanlarda bebeğimizin bezini, mamasını temin ettiğimiz e-ticaret çalışanları, sokağa çıkma yasağında bile çalışan fırıncılar, pastaneler, sokaklarımızdaki çöplerimizi toplayan çöpçüler, bizleri koruyan güvenlik görevlileri, hayat kaynağı suyumuzu taşıyan sucular, her tarafı temizleyen temizlik görevlileri, çocuklarımızın bakıcıları, ulaşımda çalışan şoförler, kaptanlar olmasaydı hayatımız nasıl kâbusa dönüşürdü düşünebiliyor musunuz?
Didem Tınarlıoğlu’nun yazısının tamamına ulaşmak için lütfen tıklayın.
Varlıklarından rahatsız olmadığımız, fakat yokluklarında çok rahatsız olacağımız bazı meslek grupları vardır. Neredeyse birçok işimizi onlar olmadan asla yapamıyoruz. Okudukça içinde siz de belki kendinizi, belki de her an bir arada olduğunuz çok tanıdık kişileri bulacaksınız.
Pandeminin başlamasıyla birlikte ülkenin %72’si evlerine kapanırken bir kesim var ki onlar olmasaydı neler olurdu kim bilir? Evlerimize apar topar ofis kurmamız gerektiğinde destek malzemelerimizi hazırlayan kargo çalışanları, markete bile çıkamadığımız zamanlarda bebeğimizin bezini, mamasını temin ettiğimiz e-ticaret çalışanları, sokağa çıkma yasağında bile çalışan fırıncılar, pastaneler, sokaklarımızdaki çöplerimizi toplayan çöpçüler, bizleri koruyan güvenlik görevlileri, hayat kaynağı suyumuzu taşıyan sucular, her tarafı temizleyen temizlik görevlileri, çocuklarımızın bakıcıları, ulaşımda çalışan şoförler, kaptanlar olmasaydı hayatımız nasıl kâbusa dönüşürdü düşünebiliyor musunuz? Çok uzağa gitmeyelim kaçımız saçımızı kesebildik? Elimizin ayağımızın bakımını bile zar zor yapabildik. Temel bakımlarımızı dahi yapabilecek kadar yetenekli değil çoğumuz. Çünkü işin aslı şu ki insanoğlu yapı olarak kendi kendine yetebilen bir canlı değildir. Doğaya bırakılsa üç gün yaşayamaz insan. Konumuzun özünden sapmadan asıl konumuza devam edelim.
Hepsini yukarıda sayamadığım daha birçok hizmet sektörü çalışanı, pandeminin en zirve yaptığı dönemde bile, bir gün bile evden çalışma imkanı bulamadan, korkarak ama sırf ekmek parası için canhıraş çalışmaya devam etti. Sahada çalışan ve elimiz ayağımız olan bu mesleklerin ne yazık ki çoğunun okulu yok, fakültesi yok. Bu mesleklerde kullanılan ”alaylı’’ diye bir tabir vardır. Yani işin eğitimini almadan alttan yetişme manasında kullanılır. Ancak bu mesleklerin öyle püf noktaları vardır ve öyle meziyetler gerektirir ki Oxford da dersi olsa geçebilen öğrenci az bulunur. Öngörü, simülasyon, kıvraklık, iletişim yeteneği, dayanıklılık, hızlı öğrenme, bedensel güç ve yılmazlık gibi çok önemli nitelikleri içinde barındırır. Fakat bu durum şu tabloyu hiçbir şekilde açıklamaz elbette. Türkiye’de üniversite mezunu işsiz sayısı son 15 yılda on kat artmış durumda. (İŞKUR, 2019) Türkiye AB ülkeleri içinde işsizlik oranında ilk üç ülkeden biri. Öte yandan daha tehlikeli bir durum var ki, ara kademe dediğimiz meslek grubuna personel yetişmiyor. Çünkü market açar gibi tabela üniversitelerinin açıldığı, meslek lisesi ve meslek yüksekokullarının itibarsızlaştırıldığı bir sistemin içindeyiz. Ara mesleklerin çalışma koşullarını ve gelirlerini düşündüğümüzde herkesin KPSS sınavından geçme gibi bir kariyer hedefi olması neden şaşırtıcı olsun ki? Üniversite açmak bina dikmekten ibaret değil, ülkede her 10 kişiden biri üniversite mezunu ama ülkenin iş gücü ihtiyacı ve iş dünyasının alt yapısı buna uygun değil.
İşsiz üniversite mezunu sayısı günümüzde maalesef 1 milyonu çoktan aşmış bulunuyor. Yapılan çalışmalarda 2025 yılında bu sayının 2 milyonu bulabileceği ortaya çıkıyor. Geleceğimiz olan gençliğin işsiz kalıp mutsuz ve umutsuz olması, ülke için ciddi bir sosyal sorun. Tabii bu noktaya gelmemizin farklı nedenleri var. Öncelikle ekonomimiz yeni iş kaynağı yaratmıyor. Üniversite kontenjanları doğru planlanmıyor. Üniversiteler iş dünyasının ihtiyaçlarını dikkate almıyor. Öğrenciler bir at yarışı mantığıyla sınavlara giriyor çıkıyor ama gelecekleri hakkında pek de fikirleri yok ve birçoğu bilinçsiz. Bu tip bir ortamda doğru yapılanma ve doğru istihdamdan bahsetmek zaten çok zor.
Bu konuda Almanya ilginç bir örnek. Almanya’da tüm mezunların ¼’i mühendis. Bu bile tek başına ilginç bir istatistik. Dünyanın geleceğinin yapay zeka, algoritmalar, veri bilimi çerçevesinde şekilleneceği düşünülürse bu istatistik ciddi bir anlam taşıyor. Bunun yanı sıra meslek yüksek okullarında toplumun ihtiyacı olan ara elemanlar da belirli bir planlama ve ihtiyaca yönelik eğitilmekte. Bizi her ne kadar kıskansalar da pandemi sürecinde halklarına sağladıkları olanaklar, vergi indirimleri, sosyal yardımlar doğru eğitim planlamasının ekonomiye ne gibi bir etkisi olduğunu gösterir nitelikte.
Bu pencereden baktığımızda gördüğümüz manzara şu: Bu ülkenin sadece doktora, mühendise, avukata ihtiyacı yok. Tam aksine hizmet sektöründe, üretimde, sanayiide ve tarımda çalışması gereken ara kademe çalışana da çok ciddi ihtiyacı var. Geleceğin meslekleri adı altında her yerde yepyeni iş kollarından bahsedilirken, bu alanlara insan yetiştirecek öğretim üyelerine ve onların yetiştireceği dijital dönüşümü özümsemiş öğrencilere ihtiyaç var. Hep söylenir ya, ‘’Türkiye sanayii devrimi trenini kaçırdı, o yüzden de gelişmekte olan ülke olmaktan gelişmiş ülke olmaya geçiş yapamadı.’’ diye. Peki bu tren de kaçarsa ne olur? Yapay zeka devrimi kapımızın önünde beklerken, bu gidişle ve bu zihniyetle, bırakın çok özel eğitim isteyen meslekleri, en sıradan meslekler için bile yabancı işçi ithal etmek zorunda kalacağız.
Sonuç olarak, her ne kadar değerleri hiçbir konuda tam olarak anlaşılmamış olsa da bir kere daha altını çizerek vurgulamalıyım ki, her durumda ve her koşulda temel hizmetlerin aksamadan yürütülmesini sağlayan meslek gruplarına ve emekçilerine büyük bir teşekkür ve minnet borcumuz var. Yöneticiler ve patronlar işin oluşması ve gelişmesi için ne kadar önemliyse işlerin sürdürülmesi için mavi yaka çalışanlar da bir o kadar önemli. Onların bilgi ve tecrübesi ile iş gücüne olan katkılarını şimdiye kadar göremeyen herkesin en azından bundan sonra hak ettikleri itibarı ve vefayı onlara teslim etmesi gerekir.
Pandemiden sonra zamanın ve özgürlüğün kıymetini daha iyi anlar mıyız bilemiyorum ama mavi yaka çalışanlara hak ettikleri saygıyı fazlasıyla göstermeliyiz. Yanlarından geçerken ‘’Kolay gelsin.’’ ya da ‘’Elinize sağlık.’’ demek hatta mümkünse” iyi ki varsın” demek onları tahmin ettiğinizden çok daha fazla mutlu edecektir. Bunu bir insani görev olarak kabul edin ve bir de lütfen çocuğunuza okumazsan “çöpçü olursun, temizlikçi olursun, tamirci olursun” vb. örnekleri vermeyiniz.. Çünkü onlar bu toplumun bir parçası ve hayatımızı sürdürmemiz için en büyük destekçilerimiz. İyi ki varlar.
Corona Günleri tarihte yerini pek çok şekilde alacak. Şüphesiz en başta, yitirdiklerimizle, acılarımızla … yanı sıra yönetim alanına verdiği katkıları ya da kattığını sandıklarımızla konuşacağız.
Yönetim Danışmanı ve konuşmacı Ali Rıza Değer, yazısında Corona’da Zoom ve benzeri teknoloji platformlarıyla yaman ilişkimize mercek tutuyor. Toplantıdan toplantıya katıldığımız evdeki yeni nesil çalışma yöntemlerimize, verimli olmak adına yapılan verimsiz webinarlara, eski kurallarla yönetilen yeni dönem kodlarına değiniyor.
Değer, liderlere sesleniyor, yine yeni bir sınavda olduğunuz bugün; “misyonlu + vizyonlu + organizasyon şemalı + görev tanımlı + swot’lu + farkındalıklı + üretim ve hizmet satışlı + etik kurallı + kurumsal iletişimli + sektörel rekabetli + tedarik zincirli + insan kaynakları performanslı + kurum kimlikli + satış sonrası hizmetli + Vs.” gibi standartları bir kenara koyun katılımcı çözümler bulun…” Katılımcıların sıkıntıdan bileklerini kesecekleri webinarlara çözüm önerilerinin sıralandığı bu yazıyı kaçırmayın.
Bu yazının kesinlikle, sağlık + siyasetle ilgili olmadığını, özellikle hemen belirtmek istiyorum.J
Yazım, tamamıyla iş dünyasıyla ve iş dünyasının üst düzey Şirket/Kurum yönetimleriyle ilgili!..
Özellikle de, içinde bulunduğumuz bu sıkıntılı günlerde, ikili veya çoklu görüşmelere + online toplantılara imkan tanıyan Webinar’lar ile kurumsal iletişim Portalları/Intranetleri… Ve de bu tür kurum içi veya dışı grup çalışmalarında, yapılma(ma)sı gereken yönetim stratejileriyle!..
Yazının giriş bölümü için; Sn. Arzu Deniz Aksoy’un Etik Blog daki ‘Daha İyi Bir Dünyaya Doğru’ başlıklı yazısında belirttiği gibi “Corona Virüs/Covid-19 salgınının etkili olmaya başladığı Ocak ayından bugüne kadar, tüm dünyada bir panik havasının hakim olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz. Salgınla mücadele kapsamında dünya genelinde yürütülen, tecrit uygulamaları sonucu küresel anlamda ekonomik kriz olasılığı da, diğer bir gündem konusu. Birçok değerli ekonomi uzmanına göre, salgınla mücadelenin ardından, dünyadaki toplumsal düzeni değişmesine yol açabilecek bir dizi ekonomik sıkıntı kapıda beklediğinden, bundan sonra – özellikle – kurumsal yapılarda, artık gözardı edilemeyecek ‘Dijital Toplantılar ve de Uzaktan Yönetim’ stratejilerine önem vermek gerekiyor!” şeklindeki açıklamalarına katılmamak, mümkün mü? Diye sorsam! Cevabınızın ne olacağını, çok iyi biliyorum!..
Bu nedenle ve bu dönemi en az hasarla atlatmak için, kurumiçi dayanışma ve beraberliğin gereğine binaen konumuz; içinde bulunduğumuz zaman diliminde, ekonomik açıdan hemen hemen herkes ayakta durmaya çalışırken, bu hengâme içinde özellikle de şirketlerin, sektörel çalışma alanlarına göre; evden çalışmaya – uzaktan yönetime yönelmeleri ve bu yönelmelerin önemli bir parçası olan Webinar’lar da yaşanan, deneyimsizlik kaynaklı sorunlar ve sıkıntılar!
Aslında bu da çok normal. Tüm dünya olarak, hepimiz hazırlıksız yakalandık. Ancak 1964 yılı içinde, o dönem ismi “Bell” olan, şimdiki “AT&T” tarafından, kameralarla gerçekleştirilen ilk görüntülü görüşme teknolojisinden bu yana; Skype, Demio, Ninja, Jet, GoTo, Hangouts, başta olmak üzere, WebEx, GetResponse, Viber, Messenger, YouTube, Zoom Meeting, WhatsApp, Google Duo, Microsoft Teams, Facebook, İnstagram, Gtalks, ClickMeeting, Vitel, Etgi Grup ve Vs. gibi teknoloji şirketlerini, bu noktada özellikle vizyonlarından dolayı kutlamak gerek! Eğer bu uygulamalar gündemde olmasaydı, şu sıralar genellikle internet güç ve hız problemleriyle andığımız GSM operatörlerinin ve çağrı merkezlerinin halini, düşünmek bile istemiyorum!..
Neyse konumuz bu değil! Konumuz yazının başlığında da yer aldığı gibi “Covid-19 Döneminde (Ki 2020 yılı, bence bu isimle anılacak!) Uzaktan Yönetim Stratejileri”. Ve bu stratejiler içinde, ilk planda yer alan ve de yol haritamızın oluşturulmasını sağlayan “Webinar” toplantıları!
Yalandan uzak durmak adına, görüntülü konuşmalar hariç, bu tür teknolojiyi ilk kez kullanan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen, tüm üst düzey genç veya deneyimli yöneticilerimize saygı duyarak, Ar-Ge’ci ve Girişimci özel dostlar ile Vizyoner bilişim uzmanları hariç, ileri teknolojiyi planlamak + üretmek gibi, pek bir derdimiz söz konusu olmadığından, bazı dostlara naçizane hatırlatmak istiyorum. “Bu tür toplantılar öncesi sohbetlerde, uzman yönetim stratejisti veya otoritesi edasıyla, birbirimize attığımız temelsiz hava ve tripler boşlukta kalıyor. Aslında çok net sırıtıyor ve çaktırmadan da olsa tebessümlere yol açıyor.” Aklınızda bulunsun!..
Kimler mi? Onlar kendilerini bilir! J İş dünyası dışında kendi sosyal yaşamlarında tesadüfen de olsa bir veya iki kez; WhatsApp, Dou, Zoom, Teams, toplantılarına katılan bazı arkadaşlar, bunu uzman bir “Dijital Toplantı Yönetmeni” edasıyla, bazen tesadüfen de olsa katıldıkları Webinarlara yansıtmaya kalkışmıyorlar mı? Pes dememek için zorlanıyorum!
Hele hele, kurumsal yapılarda; online toplantılar ve online kurumsal eğitimler ile online insan kaynakları ve online kurumsal sosyal sorumluluk projeleri, bu kadar gündemdeyken…
Deneyimsiz olmak kesinlikle ayıp değil tabi ki. Herkesin her konuda bir ilki vardır. Önemli olan bunu bilmek araştırmak hazırlık yapmak, gerekirse uzman dostlardan teknolojik destek almak ve zamanı iyi kullanmak gibi!
Bildiğiniz üzere, bu tür dijital toplantılarda en önemli konu ‘zaman’. Zaman; maalesef normal toplantılardan daha hızlı ilerliyor, gibi geliyor. (İzafiyet Teorisi, hemen kendini hatırlatıyor. J) O nedenle bu tür bir Webinar yönetiyorsanız, o toplantıyla ilgili; toplantının amacı + varsa ve gerekiyorsa bir önceki toplantının çok kısa özeti + gündem maddeleri ve öncelikli söz verme + söz sırasını bekleme + konuşana saygı + etkin dinleme + konuşmaya müdahale etmeme + not alma + varsa sorulara cevap verme + toplantı sonucunu veya sonuçlarını netleştirme + takip edilecek konular ve hedeflerle ilgili stratejik planlama ile bir sonraki toplantıda, gündeme ilk alınacak konular + toplantı raporu ve bu raporun katılımcılara dağıtımının ‘önemi’ konusunda aynı fikirde olduğumuzu düşünüyorum. Evet! Bunlar genel Webinar kuralları!.. Bir de, tabii ki; özel konuları + katılımcıları + amaçları gibi “kendilerine özgü içerikleri” olduğu da muhakkak!
Ayrıca arzu edilirse, tüm webinarların kayıt altına alınabildiğini herkes bildiğinden, eğer kayıt varsa bunu mutlaka toplantı öncesi açıklamakta fayda var. Aksi, bazı sıkıntılara neden olabilir.
Şimdi gelelim, böyle dönemlerdeki Uzaktan/Evden Yönetim Stratejilerine…
Aslında normalden çok farklı değil gibi. Veya en azından bize öyle geliyor. Çünkü henüz daha yaptığımız hamlelerin net sonuçları karşımıza çıkmadı. Bu yılsonu itibariyle de ancak çıkar ve de önümüzü biraz olsun aydınlatır. Tabii bu olaylar, dünyaya bir ayar verme hamlesi değilse?
Sonuçta önemli olan bu tür kriz dönemlerinin ilk ana ilkesi ayakta kalmak. İkinci ilke ise eğer bir kurumsal yapı söz konusu ise olması gerektiği kadar maddi ve manevi özveride bulunarak işverenler ile çalışanlar arasındaki birlik ve beraberliği sürdürerek bu sıkıntıdan en az fire ile çıkmaktır. İnşallah en kısa zamanda genciyle yaşlısıyla bu sıkıntılı dönemi bir an önce atlatırız.
Bu nedenle! Bu gibi, daha önce benzeri pek yaşanmamış ortamlarda, iş dünyası’nın; standart “misyonlu + vizyonlu + organizasyon şemalı + görev tanımlı + swot’lu + farkındalıklı + üretim ve hizmet satışlı + etik kurallı + kurumsal iletişimli + sektörel rekabetli + tedarik zincirli + insan kaynakları performanslı + kurum kimlikli + satış sonrası hizmetli + Vs.”, yönetim stratejilerinin detaylarını bir kenara bırakarak, kurumsal yapı içinde katılımcı çözümler üretecek formüllerin aranması, mümkün olduğu kadar tasarrufa gidilmesi, varsa devlet desteklerinin çok sıkı takip edilmesi ve zorunlu harcamaların nakit akış tablosuna göre yapılması, bildiğiniz gibi özellikle büyük kriz dönemlerinde, yönetim stratejilerimizin olmazsa olmazı!..
Covid-19 Pandemisi gibi, içinde bulunduğumuz uzun vadeli kriz dönemleri de dahil, uzaktan veya yakından – uygulanması gereken özel yönetim stratejilerinde, yapılmasını planladığımız tüm hamlelere; ilkelerimiz ve değerlerimiz doğrultusunda 5N + 1K sistemi ile yaklaşıp, çalışan memnuniyetini ve motivasyonunu Beğeni/Takdir ile manevi anlamda destekleyip, hedeflere ulaşmanın… Ve de yeni stratejik planlar yapmanın, uzaktan yönetimin özel hayata müdahale yetkisi vermediğini de unutmadan, ne kadar önemli olduğunu, zaten hepimiz biliyoruz!
Ancak bilemediğimiz ve 45 yıllık çalışma ile 25 yıllık danışmanlık yaşantımda birçok kez şahit olduğum, üst düzey yöneticilerimize nedense çok ama çok zor gelen “beğenilerini ifade etme ve teşekkürlerini belirtebilme beceriksizliklerinin”, özel ortamlarda 1/1 direkt veya endirekt defalarca hatırlatmalarıma rağmen, halen devam ettiğini görmek, beni gerçekten çok üzüyor.
Aslında, bu yazıyı öncelikle bunun için yazıyorum!.. Yani, tekrar kısaca belirtmek gerekirse…
“Bizim standart yönetim stratejilerimiz içinde, özellikle; iletişim, iletişim, iletişim diye ortalığı çınlatan üst yönetim tarafından Beğeni/Takdir ifade etmenin çok zor olduğunu biliyorum. J”
Ama lütfen artık kendilerinden rica ediyorum. Yeni dönem Uzaktan/Evden çalışmalarda reply mesaj veya ‘emoji’ ile de olsa “Dijital Teşekkür” ü aman ihmal etmesinler. (HR Dergiden Sayın Alper Toper ve Sayın Ülgen Özmen’e, bana yaptırdıkları çağrışımdan dolayı, çok teşekkürler!)
Ha, bu arada! İşlerini doğru yapanları öncelikle tenzih ederek ve de emeğe her zaman saygı duyarak söylemek gerekirse, Linkedin’de ve sosyal medya’daki bazı danışman (!) arkadaşlar; hemen içinde bulunduğumuz ortamın şeklini alarak “Evden veya uzaktan çalışma + Hariçten saha yönetimi (J) + Farkındalalık yaratma uzmanı + Vs” olarak, ortalarda “Süperaktif Online Eğitimler + Seminerler + Konferanslar + Söyleşiler” filan diye ahkâm kesmiyorlar mı? Neyse!..
İster – iş sahibi bir lider, ister – üst düzey bir yönetici, ister – bir sivil toplum kuruluşu başkanı olun, böyle dönemlerin tüm liderler için çok zor olduğu muhakkak. Hele ki kaynak sıkıntısı da varsa. Ama sonuçta lider olmak kolay değil. Türkiye Halkla İlişkiler Derneği Başkanı Sn. Fügen Toksü’nünde belirttiği gibi “Kısaca bu dönem liderler için ciddi bir sınav. Bu sınavda liderlerin; özünde insanı ve toplumu kapsayan, dayanışmayı içeren, çalışanlarını koruyan, hızlıca, sakin, doğru ve çevik kararlar alarak, işyerlerini yaşatmak, bilincinde olması gerekiyor.” değil mi? Son olarakta; Covid-19 döneminde, İK ve yeni işe alınacak bazı beyaz yaka pozisyonlarla ilgili Linkedinde yapılan veri araştırmalarındaki çok güzel bir tespitle yazımı noktalamak istiyorum.
Covid-19 ile birlikte, işe alım özellikleride değişti. Önceden satış pozisyonları için, sınıfına göre ehliyetli ve deneyimli olmak tercih edilirken, şimdi Zoom kullanma tecrübelerine bakılıyor! J
Ve bu tespit de, bu yazının zamanlamasının ne kadar doğru olduğunu yansıtıyor!
01.06.2020 Bugün yeniden şekillenen iş yaşamımızın, hayırlı ve uğurlu olması dileğiyle…
Ekonomist Sabri Öncü Michael Hudson, Dirk Bezemer ve Steve Keen birlikte kaleme aldığı Çıplak Kapitalizm adlı makalesiyle ekonomi çevrelerinde ses getirdi. İngilizce olan makale uzun yıllar eleştirilen Modern Monetary Theory’nin “MMT” (Modern Para Teorisi) sonunda alkışlanmaya başladığını aktarıyor. Gözden kaçmaması gereken detay ise alkışlanan konuların, MMT savunucularının desteklediğinden farklı olması. Makaleyi okurken sizler de göreceksiniz…
By Michael Hudson, with Dirk Bezemer, Steve Keen and T.Sabri Öncü
Michael Hudson is a research professor of Economics at University of Missouri, Kansas City, and a research associate at the Levy Economics Institute of Bard College. His latest book is “and forgive them their debts”: Lending, Foreclosure and Redemption from Bronze Age Finance to the Jubilee Year
Dirk Bezemer is a Professor of Economics at the University of Groningen in The Netherlands..
Steve Keen is a Professor and Distinguished Research Fellow at the Institute for Strategy, Resilience and Security of University College London (www.isrs.org.uk). He blogs at www.patreon.com/profstevekeen
T. Sabri Öncü ([email protected]) is an economist based in İstanbul, Turkey
Dirk Bezemer is a Professor of Economics at the University of Groningen in The Netherlands..
Steve Keen is a Professor and Distinguished Research Fellow at the Institute for Strategy, Resilience and Security of University College London (www.isrs.org.uk). He blogs at www.patreon.com/profstevekeen
T. Sabri Öncü ([email protected]) is an economist based in İstanbul, Turkey
Summary
After being attacked by monetarists and others for many decades, MMT and the idea that running government budget deficit is stabilizing instead of destabilizing are suddenly gaining applause from the parts of the political spectrum that long opposed MMT: the banking and financial sector, especially the Republicans. But what is applauded is in many ways something quite different than the leading MMT advocates have long supported.
Modern Monetary Theory (MMT) was developed to explain the logic of running government budget deficits to increase demand in the economy’s consumption and capital investment sectors so as to maintain full employment. But the enormous U.S. federal budget deficits from the Obama bank bailout after the 2008 crash through the Trump tax cuts and Coronavirus financial bailout have not pumped money into the economy to finance new direct investment, employment, rising wages and living standards. Instead, government money creation and Quantitative Easing have been directed to the finance, insurance and real estate (FIRE) sectors. The result is a travesty of MMT, not its original aim.
By subsidizing the financial sector and its debt overhead, this policy is deflationary instead of supporting the “real” economy. The effect has been to empower the banking sector, whose product is credit and debt creation that has taken an unproductive and indeed extractive form.
This can clearly be seen by dividing the private sector into two parts: The “real” economy of production and consumption is wrapped in a financial web of debt and rent extraction – real estate rent, monopoly rent and financial debt creation. Recognizing this breakdown is essential to distinguish between positive government deficit spending that helps maintain employment and rising living standards, as compared to “captured” government spending to subsidize the FIRE sector’s extraction and debt deflation leading to chronic austerity.
Origins and Policy Aims of MMT
MMT was developed to explain the monetary logic in running budget deficits to support aggregate demand. This logic was popularized in the 1930s by Keynes, base on his idea of a circular flow between employers and wage-earners. Deficit spending was seen as providing public employment and hence consumer spending to absorb enough production to enable the economy to keep producing at a profit. The policy goal was to maintain (or recover) reasonably full employment.
But production and consumption are not the entire economy. Modern Monetary Theory (MMT) was formally developed in the 1990s, with roots that can be traced by Abba Lerner’s theory of functional finance, and by Hyman Minsky and others seeking to integrate the financial sector into the overall economic system in a more realistic and functional way than the Chicago School’s monetarist approach on the right wing of the political spectrum. A key point in its revival was Warren Mosler’s insight that a currency-issuing country does not “tax to spend”, but instead must spend before its citizens can pay tax in that currency.
MMT was also Post-Keynesian in the sense of advocating government budget deficits as a means of pumping purchasing power into the economy to achieve full-employment. Elaboration of this approach showed how such deficits created stability instead of the instability that results from private-sector debt dynamics. At an extreme, this approach held that recessions could be cured simply by deficit spending. Yet despite the enormous deficit spending by the U.S. and Eurozone in the wake of the 2008 crash, the overall economy continued to stagnate; only the financial and real estate markets boomed.
At issue was the role of government in the economy. The major opponents of public enterprise and infrastructure, of budget deficits and market regulation, was the financial sector. “Austrian” and Chicago-style monetary theorists strongly opposed MMT, asserting that government budget deficits would be inflationary, citing Germany’s Weimar inflation of the 1920s, and Zimbabwe, and portraying government deficits (and indeed, active government programs and regulation) as “interference” with “free markets.”
MMTers pointed out that running a budget surplus, or even a balanced budget, absorbed income from the economy, thereby shrinking demand for goods and services and leading to unemployment. Without government deficits, the economy would be obliged to rely on private-sector banks for the credit needed to grow.
That occurred in the United States in the final years of the Clinton administration when it actually ran a budget surplus. But with a public sector surplus, there had to be a corresponding and indeed identical private sector deficit. So the effect of that policy was to leave either private debt financing or a trade surplus as the only ways in which economic growth could obtain the monetary support that was needed. This built in structural claims for interest and amortization that were deflationary, ultimately leading to the political imposition of debt deflation and economic austerity after the 2008 debt crisis.
Republican and Financial Sector Opposition to Budget Deficits and MMT
If governments do not provide enough purchasing power by running budget deficits to enable the economy to grow, the role of providing money and credit will have to be relinquished to banks – at interest, and for purposes that the banks decide on (mainly, loans to buy real estate, stocks and bonds). In this respect banks are competitors with government over who will provide the economy’s money and credit – and for what purposes.
Banks want the government out of the way – not only regarding money creation, but also for financial and price policies, tax policy and laws governing corporate behavior. Finance wants to appropriate public monopolies, by taking payment in natural resources or basic public infrastructure when governments are, by policy rather than necessity, short of their own money, or of foreign exchange. (In times past, this required warfare; today foreign debt is the main lever.)
To get into this position, banks need to block governments from creating their own money. The result is a conflict between private bank credit and pubic money creation. Public money is created for social purposes, primarily to maintain production and consumption growth. But bank credit nowadays is created largely to finance the transfer of property and financial assets – real estate, stocks and bonds.
Opposing the Logic for running Budget Deficits
The Reagan-Bush administration (1981-82) ran budget deficits not to pay for social spending, but as a result of tax cuts, above all for real estate.[1] The resulting budget deficit led to proposed “cures” in the form of fiscal cutbacks in social spending, starting with Social Security, Medicare and education. This aim became explicit by the Clinton Administration (1993-2), and President Obama convened the Simpson-Bowles “National Commission on Budget Responsibility and Reform” in 2010. Its name reflects its recommendation that “responsibility” meant a balanced budget, which in turn required that social spending programs be rolled back.
Opponents of public spending programs saw the rise in government debt resulting from budget deficits as providing a political leverage to enact fiscal cutbacksin spending. Many Republicans and “centrist” Democrats had long sought a reason to scale back Social Security. Austrian and Chicago-School monetarists urged that government shrink its activity, privatizing as many of its functions as possible to let “the market” allocate resources – a largely debt-financed market whose resource and monetary allocation would shift away from governments to financial centers – from Washington to Wall Street, and in other countries to the City of London, the Paris Bourse and Frankfurt. However, no such critique was levied against military spending, and the government responded to the 2 dot.com and 2008 junk-mortgage financial crises by enormous monetary subsidy and bailouts of the economy’s credit and asset sector.
The Obama and Trump Financial Bailouts as a Travesty of MMT
To advocates of MMT, and indeed to most post-Keynesian economists, the positive function of budget deficits is to spend money and therefore income into the economy. And by “the economy” is meant the production-and-consumption sector, not the financial and property markets. That “real” economy could have been saved in a number of ways. One way would have been to scale back mortgage debts (and debt service) to realistic market prices and rent rates. Another would have been simply to create monetary grants and subsidies to enable debtors to remain in their homes. That would have kept the financial system solvent as well as employment and existing home ownership rates.
But Obama double-crossed his voters by not rolling out bad mortgage debts and other obligations to realistic market prices, and instead bailing out the banks for credit creation in the form of bad loans (“liars’ loans” to NINJA borrowers, and bad financial bets on derivatives by brokerage firms that were designated as “banks” in order to receive Federal Reserve credit and bailouts. With bank balance sheets impairing their ability to create new credit, the government stepped in by creating its own credit. This gave the banks, shadow banks and other non-bank financial institutions a bonanza of credit – replete with the opportunity to buy up foreclosed homes and create rental properties This policy was organized by Blackstone, and turned the crisis into an opportunity to make enormous rates of return for its participants. The effect was to intensify the economy’s polarization, as investors typically needed a minimum $5 million tranche to join.
The Federal Reserve’s $4.6 trillion in Quantitative Easing did not show up as money creation, because it was technically a swap of assets – like Aladdin’s “new lamps for old, in this case “good credit for junk.” The effect of this swap was much like a deposit inflow. It enabled banks to ride out the downturn while making a killing in the stock and bond markets, and to lend for takeover loans and related financial speculation.
Wall Street’s Financial Capture of MMT To Inflate Asset Prices, Not Revive the Economy
At issue is how to measure “the economy.” For the wealthy One Percent, and even the Ten Percent, “the economy” is “the market,” specifically the market value of the assets that they own: their real estate, stocks and bonds. This property and financial wrapping for the “real” production-and-consumption economy has steadily risen in proportion to wages and industrial profits. It has risen largely by government money and credit creation (and tax breaks for property and finance), along with its economic rent, interest and financial charges and service fees, which are counted as part of Gross Domestic Product [GDP], as ifthey were actual contributions to the “real” economy.
So we are dealing with two economic spheres: the means of production, tangible capital and labor on the one hand (what is supposed to be measured by GDP), and the market for financial and property assets, along with their rentiercharges that ae taken fromthe income earned by this labor and real capital.
Financial engineering replaces industrial engineering – along with political engineering by lobbyists seeking tax breaks, rent-extraction privileges, and government subsidy. To increase property and financial asset prices and corporate behavior, companies are drawing on credit and government subsidy not to increase their production and employment, but to bid up their stock prices by share buyback programs and high dividend payouts. Buybacks are called “repaying capital,” so literally this policy is one of disinvestment, not investment. It is favored by tax laws (taxing “capital” gains at a lower rate or not at all, as compared to taxes on dividends).
The Blind Spot of Vulgarized MMT: The FIRE Sector vs. the “Real” Economy
Much superficial confusion between the FIRE sector and the production-and-consumption economy comes from repeating the over-simplification of classical monetary formula MV=PT, namely, dividing the economy into private and government sectors. Setting aside the balance of payments (the international sector), it follows that government spending will pump money into the domestic economy, and that conversely, budget surpluses will suck money out.
The problem is that this analysis, used by many MMTers, for instance, the Levy Institute’s typical chart, does not distinguish between government spending into the FIRE sector and asset markets as compared to spending into the “real” economy on employment and production (including the building of public infrastructure, for instance). Without this distinction it is not possible to see whether deficit spending is productive by aiming at supporting employment and output, or merely aims at supporting asset prices and making sure that creditors do not lose the value of their financial claims on debtors – claims that have become unpayable and thus are a bottomless pit of government deficit spending in the end.
Trying to keep the financial sector and its debt overhead afloat implies imposing austerity on the rest of the economy, IMF-style. So “MMT for Wall Street” is an oxymoron, and is the opposite of MMT for a full employment economy.
MMT, Public and Private Debt
Money is debt. Government money creation for public purposes – to pay for employment and output – spurs prosperity. But in its present form, private-sector debt creation has become largely extractive, and thus leads to the opposite effect: debt deflation.
Governments can pay public debt without defaulting, as long as this debt is denominated in their own domestic currency, because the governments can always print the money to pay. To the extent that public debt results from spending that supports output, employment and growth, this process is not inflationary. The government gives value to money by accepting it in payment of taxes. So the monetary system is inherently bound up with fiscal policy. The classical premise of such policy has been to minimize the economy’s cost structure by taxing mainly unearned income (economic rents), not wages and profits in the production-and-consumption sector.
The problem nowadays is private debt. Most such debt is created by banks. This bank credit – debts owed by bank customers – tends to increase faster than the ability of debtors to earn enough income to pay it. The reason is that most of private debt is not used for productive, income-generating purposes, but to finance the transfer property ownership (affecting asset prices in proportion to the rate of credit growth for such purposes). That use of credit – not associated with the production-and-consumption economy – leads to debt deflation. Instead of providing the economy with purchasing power (as in running government budget deficits), private debt works over time to extract interest and amortization from the economy, along with servicing fees.
The typical mortgage, including its interest charges ends up exceeding the value that the property seller received. As a result of compound interest, the mortgage debt is repaid several times to the bank. The effect is to make banks the main recipient of rental income (as mortgage debt service) and ultimately the main beneficiaries of “capital” gains (that is, asset-price gains).
What gives bank credit its monetary characteristics – and enables debt to be monetized as a means of payment – is the government’s willingness to treat banks as a public utility and guarantee bank deposits (up to a specified limit) and ultimately to guarantee bank solvency.
A budget deficit resulting from a financial bailout reflects the inability of the economy to carry its exponentially growing debt overhead. Because this overhead increases as a result of the mathematics of compound interest, the size of bailouts must increase – and with it, the budget deficit (plus swap agreements) to subsidize this debt overgrowth as an alternative to imposing losses by banks and financial investors.
That is what we have seen since the financial crisis of 2008, both in Europe and the United States. Led by the financial sector, much of the economic mainstream finally has come to embrace the idea of budget deficits – now that these deficits are benefiting primarily the financial and other parts of the FIRE sector, not the population at large, that is, not the “real” economy that was the focus of Keynesian economics and MMT.
This kind of endorsement for government money creation thus should not be considered an application of MMT, because its policy goal is almost diametrically opposite. Much as the Reagan-era budget deficits were used as the first part of a one-two punch to roll back social spending (Social Security, Medicare, education, etc.), so today’s Obama-Trump deficits are being used to warn that the economy must preserve fiscal “stability” by rolling back social programs in order to bail out the financial economy. Wall Street magically has become transmogrified into “the economy.” Labor and industry are viewed simply as deadweight expenditures on the financial sector and its attempted symbiosis with the central bank and Treasury.
The Financial Sector, Private Capital and Austerity and Central Planning
If Wall Street is bailed out once again at the expense of the “real” economy of production and consumption, America will have turned decisively away from democracy into a financial oligarchy. Ironically, the initial logic is the claim that an active state is inherently less efficient than the private sector, and thus should be shrunk (in the words of lobbyist Grover Norquist, “to a size so small that it can be drowned in a bathtub”). But relinquishing resource allocation to the financial sector leads to its product – that is, debt – creating a crisis that requires unprecedented government intervention to “restore order,” defined as saving banks and financial investors from loss. This can only be achieved by shifting the loss onto the economy at large.
Today, the financial sector – banks and financial investors – play the role that the landlord did in the 19thcentury. Its land rents made Britain and continental Europe high-cost economies, as prices exceeded cost-value. That is what classical economics was all about – to bring market prices in lines with actual, socially and economically necessary costs of production. Economic rent was defined as unnecessary costs, which were merely payments for privilege: hereditary landownership, and monopolies that creditors had carved out of the public domain or won as legal compensation for financing public war debts.
The rentierclass not only was the major income recipient of the economic surplus, it controlled government, via the upper house – the House of Lords in Britain, and similar houses across continental Europe. Today, the Donor Class controls electoral politics in the United States, via the Citizens United ruling. Political office has become privatized, and sold to the highest bidders. And these are from the financial sector – from Wall Street and financialized corporations.
The post-2008 stock market and bond-market boom raised the DJIA from 8500 to 30,. This gain was engineered by central bank support far in excess of what a “free market” would have priced stock at. Before QE, U.S. shares had fallen only slightly below the market average for the previous century. QE drove it to its highest level outside the 1929 and 2 bubbles. Even after the Coronacrash, shares are still overpriced compared to pre-“Greenspan Put” prices.
The result is best thought of as a blister, not a bubble. Its only hope of surviving without bursting is for the government to continue to support it in the face of a drastically shrinking post-coronavirus economy.
So the question is what will be saved: The economy’s means of livelihood, or an oligarchy of predators living in luxury off this shrinking livelihood?
All this was explained by classical economists in their labor theory of value, which was designed to isolate economic rent and other non-production overhead charges (perceived to be mainly services in the 18thand 19thcentury, especially by the wealthy classes).
The Hudson Paradox: Money, Prices and the RentierEconomy
Without distinguishing between the FIRE sector and the “real” economy there is no way to explain the effects of government budget deficits on asset-price inflation and commodity-price inflation
Here is a seeming paradox. Bank credit is created mainly against collateral being bought on credit – primarily real estate, stocks and bonds. The effect of increasing loans against these assets is to raise their prices – mainly for housing, and secondarily for financial securities. Higher housing costs require new home buyers to take on more and more debt in order to buy a home. Their higher debt service leaves less disposable income to spend on goods and services.[2]
The asset-price inflation effect of money creation by banks is thus to exert a downwardimpact on commodity prices, to the extent that the carrying cost on bank credit reduces the net purchasing power of debtors to buy goods and services. This deflationary effect of bank money ends in a bad-debt crash, to which the government responds by bailing out the financial sector with a combination of money creation and central bank swaps (which do not appear as money creation). This is just the reverse of the MV = PT tautology, which only measures the volumeof new money (M) without considering its use– what it is spent on. By failing to distinguish the use of bank credit to buy assets (hence, adding to asset-price inflation) as compared to government deficit spending, both the old monetary formulae and the frequent MMT contrast between public and private sectors neglect the need to distinguish the FIRE sector’s “wealth and debt” transactions from how wages and profits are spent in the production-and-consumption economy.
The commercial banking system’s “endogenous” money creation takes the form of credit at interest. The volume of this interest-bearing debt grows exponentially, absorbing and extracting more and more income from industry and labor. The effect on the overall economy is debt deflation.
It may be epitomized as
Give a man a fish, and you feed him for a day;
Teach him how to fish, and you lose a customer.
But give him a loan to buy a boat and net to fish, and he will end up paying you all the fishes he catches. You have a debt servant.
__________
[1]Real estate was given a fictitiously short accelerated depreciation allowance – as if a building lost its entire value in just 7½ years, providing all rental income to be charged as an expense and even to generate a fictitious tax-accounting tax loss. This catalyzed the great conversion of rental properties to co-ops. Landlords (called “developers”) took out a mortgage equal to the entire market price of the building, and then sold apartments at a price not only greater than zero, but typically equal to the entire mortgage. It was one of the great “wealth creation” ploys in modern history. And it was left out of the National Income and Product Accounts (NIPA), which used “realistic” depreciation – which still pretended that buildings were losing value, despite the maintenance and repair expenditures to prevent such loss.
[2]Higher stock and bond prices lower the yield of dividend income. (Most such income is spent on new financial assets, not goods and services, so the effect of lower yields probably is minimal, and may be offset by a “wealth effect” of higher asset prices and net worth.)
Bu yıl sekizincisi düzenlenen Design Turkey Endüstriyel Tasarım ödüllerinde dört farklı sektörde dört iyi tasarım ödülü kazanan, 2020 Edison ve If Design ödüllerinde ise jüri koltuğu için davet alan tek Türk isim olan Mete Mordağ ile heyecan dolu tasarım yolculuğunu konuştuk.
…Tasarımlarınızı, güzelliğin ve mantığın ortak bir dilde konuştuğu kalıcı ürünler olarak tanımlıyorsunuz. Tasarım sürecinizden bahsedebilir misiniz? İlham kaynağınız neler oluyor?
Tasarım sürecindeki her kararın açık ve net bir nedeni olması çok önemli. İyi tasarım samimidir, açıktır; ona baktığınızda, üzerindeki her detayın net sebeplerini görebilirsiniz. Ürüne eklenen veya ondan silinen her çizgi onu daha ergonomik, daha hafif, daha pratik veya daha verimli yapabilmek adına olmuştur. Bu bakış açısı ile estetik göreceli bir kavram olmaktan çıkar, bir obje iyi veya kötü görünmekten ziyade doğru veya yanlış görünmeye başlar. Hantal bir teknenin “yanlış” görünmesinin nedeni hidrodinamik olmayan yapısıdır. Ergonomik olmayan bir sandalye veya kalem iyi görünemez. Gereğinden büyük yapılmış bir bağlantı parçası görsel açıdan da rahatsız edicidir. Doğanın estetikteki büyük uzmanlığını kanıtlamış olmasının nedeni yaradılışa olan mantıksal yaklaşımının kusursuz olmasıdır. Ortaya koyduğu “istisnasız güzelliğin” ardındaki her bir kıvrımın, bağlantının, ölçünün çok net sebepleri vardır. Bu anlamda, estetik, doğanın ve evrimin aklımıza tanımlanmış olduğu sayılar ve oranlardan ibarettir. Müziğin, rengin, formun hepsinin bir matematiği vardır. Tasarım kendi özel alanında bu matematiği öğrenmek ve bunu icra etmekle yükümlüdür…
…2020 Edison Ödülleri ve If Design ödüllerinde jüri koltuğu için davet alan tek Türk isimsiniz. En son Design Turkey’de ise 4 farklı sektörden 4 “iyi tasarım” ödülü aldınız. Bu önemli başarıları değerlendirebilir misiniz?
Bu gurur verici davetlerin ardında, 12 yıllık yoğun bir tasarım kariyeri, çok farklı sektörlerden onlarca marka için üretilen 25’i aşkın patent ve 100’lerce tasarımın etkisinin yanı sıra, endüstriyel tasarımını üstlenmiş olduğum akıllı baston WeWalk’un global anlamda elde ettiği başarının büyük rolü var. YGA’nın (Young Guru Academy) yarattığı ve Vestel mühendislerinin geliştirdiği WeWALK’un ortaya çıkış hikâyesine destek verebilmiş olmak benim için her zaman büyük bir gurur kaynağı olacak. WeWALK, geçtiğimiz Mayıs ayında görme engelli kullanıcılarla buluştu. Amerika’nın inovasyon alanındaki en prestijli ödüllerinden biri olan Edison Altın Ödülü’ne layık görülmesinin yanında Time tarafından 2019’un en iyi icatlarından biri olarak seçildiğini geçtiğimiz aylarda öğrendik…
Geçtiğimiz yıl Edison Altın Ödülü’nü kazanan akıllı baston WeWalk’ta imzası bulunan endüstriyel tasarımcı Mete Mordağ, bu defa aynı yarışmanın jüri koltuğuna oturdu.
Akıllı ürünleri çiziyor
Endüstriyel tasarımının altında Mordağ imzası bulunan; hayat alanı için akıllı ürünler sunan Bean, fotoğrafçılık için devrim niteliğinde olan Capsule360, teknolojiyi görme engelliler ile buluşturan akıllı baston WeWalk, interaktif ekran dönüştürücü Wollox bu ürünlerden sadece birkaçı. Bu tasarımlar sayesinde hem yerli üretim artıyor hem de katma değerli ihracat yapılıyor.
Bean ürünleri, aydınlatma ve elektronik cihazların tak-çalıştır özellikli ürünlerle tek bir uygulama ya da web üzerinden kontrol edilmesini sağlıyor. Bean projesi Ankovanı’nda 118 bin ₺ ile fonlanmıştı. Inovatif ürünler ile fotoğrafçılık ve video sektöründeki kullanıcıların hayatını kolaylaştırmayı hedefleyen Miops, Capsule360 ile Kickstarter’da 600 bin $ ile fonlanmıştı. Yerli bir girişim ürünü olan akıllı baston WeWalk ise 2016 yılında Ankovanı’nda 290 bin ile 2018’de ise Indiegogo’da 54 bin dolar ile fonlanmıştı. Akıllı baston projesi, Edison ödülü dâhil olmak üzere pek çok ödüle ve yatırıma layık görüldü. Wollox interaktif ekran dönüştürücü her türlü ekran veya projeksiyon alanının yüzeyini (tahta, hali, duvar gibi) dokunmatik hâle getiriyor. Geçtiğimiz ay Arıkovanı fonlama platformunda 232 bin ile fonlanarak hedefine ulaştı. Şu an üretim sürecinde olan Wollox’un bu sene sonunda pazara çıkması hedefleniyor.
Mordağ tasarım imzası 25 ülkede
Mete Mordağ, bugüne kadar müşterilerine 25’in üstünde patentli ürün ve fikir kazandırdı. Ayrıca Mordağ Design imzası taşıyan 100’ü aşkın ürün 25’i aşkın ülkede kullanıcılar ile buluşuyor. Dünyada yaşanan dijital dönüşüm her alanda kendini gösteriyor. Merkezinde teknolojinin yer aldığı bu yeniçağın mimarları ise endüstriyel tasarımcılar…
Sadece dış görüntüsünü, tasarımını beğendiğiniz için bir eşya satın aldığınız oldu mu? Pek çok araştırma, günümüzde birçok eşyayı sadece dış görüntüsünü beğendiğimiz için tercih ettiğimizi ortaya koyuyor. Bu tüketici alışkanlığı, firmaların pazarlama faaliyetlerini ve alışkanlıklarını değiştirmelerine de yol açıyor. Bazı firmalar sadece dış tasarıma önem veriyorken, zor olan ise hem estetik hem de işlevsel ürünler ortaya koymak. İş, bizim konumuz olan fotoğraf teknolojilerine geldiğinde ise, dış tasarım ilk bakışta bizi cezbetse de satın alacağımız makine ya da diğer aksesuarların fonksiyonelliği konusunda epey araştırma yapmamız gerekiyor. Bu sayımızda endüstri ürün tasarımı konusunda uzman bir isim olan Mete Mordağ’ı konuk ettik. Son dönemde tasarladığı fotoğraf aksesuarlarını, değişen tasarım trendlerini ve dijitalleşen çağımızda bizi bekleyen yeni ürünlerini konuştuk.
Son yıllardaki estetik anlayışı ürün tasarımlarını nasıl etkiledi?
Tasarım dünyası hem estetik hem fonksiyonel anlamda son derece tutarlı bir evrimleşme sürecini takip ediyor. Bu evrimleşme, milyonlarca yıldır doğanın boyun eğdiği gelişim sürecinden hiç farklı değil. Ürün tasarımı ve mimari, teknolojinin ortaya koyduğu malzeme ve tekniği sonuna kadar kullanmaya devam ediyor, ürünleri ve yapıları daha az malzeme ile daha işlevsel, daha dayanıklı hale getirmek için çalışıyor, yeni kararlar alıyor. Bu kararlar yavaş ama tutarlı bir evrimleşme süreci içerisinde akışkan formların yaygınlaşmasını gerektiriyor.
Etrafımızdaki her türlü eşyanın, aracın ve detayın doğadan esinlenilmiş objelere daha çok benziyor ve benzeyecek olması son derece kaçınılmaz. Yuvarlak formlar hacim/malzeme ve mukavemet/malzeme oranlarını yukarı çektiğinden teknolojinin gerektirdiği üst düzey verimliliğe belli bir noktadan sonra cevap verebilen yegane tasarımlar oluyorlar. Bu sebeple teknolojinin, mimari ve tasarımın görsel evriminde akışkan çizgileri talep etmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
Bir diğer konu ise son dönemde tasarımların kullanıcılara duygusal anlamda hitap etmesinin önem kazanması. Ürünler artık sadece sahip olduğumuz cansız objelerden ibaret değil. Markaların ürünlerine belli kod numaraları değil isimleri ile hitap etmelerinin ardında yatan önemli nedenlerden biri de bu. Projenin izin verdiği durumlarda tasarımların çıkış noktasını hikayelendirmek, ürünün kullanıcısına duygusal düzeyde de hitap edebilmesi açısından oldukça önemli bir artı değer yaratabiliyor.
Özellikle form odaklı projelerde kalem kâğıttan önce, söz konusu ürün veya fonksiyonun çağrıştırdığı her türlü kelimeyi, görseli ve yazıyı inceliyorum. Bunlardan herhangi bir tanesinin önüme çıkardığı formlar, fikirler projeyi inanılmaz yönlere çekebiliyor. Tasarımında su teması işlenmesi gereken bir koltuk için kalem kâğıttan önce, suya objeler batırıp suyun üzerinde oluşan yüzeyleri fotoğraflamaya başlıyorum. Bir rende için onlarca peynir dilimleyip/rendeleyip, her birinin karşıma çıkardığı form ve yüzey fotoğraflarını arşivliyorum. Projelerde estetiğe ulaşmak için kullandığım bu biçim arama teknikleri, her gün tanıklık edilen doğal olguları, kullanılan kelimelerin epistemolojisini, okunan fiziksel fenomenleri formlara dönüştüren bir yöntem aslında. Bu yöntemler, ürüne kazandırdıkları yaratım süreci hikayesi ile ürünün kullanıcısına duygusal anlamda da hitap edebilmesini sağlayarak, pazarlama ve tanıtım çalışmalarına da önemli katkıda bulunuyor.
Nesnelerin interneti konusunda (IoT) gelecekte bizleri ne tür ürünler bekliyor?
Tasarım dünyasını değiştiren en önemli gelişme tabi ki dijital çağın mümkün kıldığı veri aktarımı teknolojileri ve mobil cihazlar. Bu dönemde, neredeyse herkes cebinde ufak bir bilgisayar ile dolaşıyor. Her gün tasarlanan binlerce yeni aplikasyon üzerinden sürekli gelişen ve etrafımızdaki objelerin görevlerini üstlenen bu cihazlar, aynı zamanda fotoğraf makinamız, kayıt cihazımız, fenerimiz, kalemimiz, not defterimiz… Cebimizdeki bu bilgisayarlar sahip olduğumuz diğer “akıllı” ürünlere, arabadan aydınlatmaya, klimadan yazıcıya bağlanarak onları kontrol edebilmemizi de sağlıyor. Koca kulaklıkları kulak içine sığan ufak noktalara dönüştüren teknoloji, veri aktarımını doğrudan insan üzerine entegre edebilmenin kıyısına gelmiş durumda. 21 yüzyılın ilk yarısında kulaklıklar da gramofon, ankesörlü telefon gibi tarihe karışan objelerden olacak. Kulaklıkların, noktalara dönüşüp ardından yok olmasına kadar giden bu yolu etrafımızdaki tüm objeler izliyor. Bu yönden baktığınızda tasarım dünyası, yeni çizgiler eklemek yerine aslında var olanları silmek için sürekli bir uğraş içerisinde.
Bir ürün tasarlarken işlevsellik ve tasarım ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
Endüstriyel tasarımın, sadece estetik, butik veya moda ürünler sunan bir uzmanlık alanı olmadığı; etrafımızdaki problemlere akılcı çözümler üretme sanatı olduğu her geçen gün maalesef biraz daha unutuluyor. Endüstriyel tasarım, gelişimi, katma değeri ve sunduğu yenilikler ile toplumu ileri taşımayı hedeflemek zorundadır. Her proje, her parça beraberinde yüklü yatırımlar ve çevreye ek-ağırlıklar getirirken, tüm bunları anlamsız bir çeşitlilik sunmak uğruna yapmaya hakkımız artık kalmadı. Diğer yandan, daha önce el atılmamış bir problemi çözme girişimi sizi görsel açıdan da son derece özgün ve dikkat çekici ürünlere sürüklüyor. Sonuçta, daha önce çözüm getirilmemiş bir sorunu geometri, fizik ve malzeme üzerinden çözmeye çalışıyorsunuz ve sonucun görsel açıdan taşıdığı o şaşırtıcı güzellik de onun en güzel süsü oluyor.
Teknik veya form ağırlıklı her tasarım sürecinde aldığınız kararlerın açık ve net bir nedeni olması çok önemli. İyi tasarım samimidir, açıktır; ona baktığınızda, üzerindeki her detayın net sebeplerini görebilirsiniz. Ürüne eklenen veya ondan silinen her çizgi onu daha ergonomik, daha hafif, daha pratik veya daha verimli yapabilmek adına olmuştur. Bu bakış açısı ile estetik göreceli bir kavram olmaktan çıkar, bir obje iyi veya kötü görünmekten ziyade doğru veya yanlış görünmeye başlar.
Doğanın estetikteki büyük uzmanlığını kanıtlamış olmasının nedeni de yaradılışa olan mantıksal yaklaşımının kusursuz olmasıdır. Ortaya koyduğu “istisnasız güzelliğin” ardındaki her bir kıvrımın, bağlantının, ölçünün çok net sebepleri vardır. Bu anlamda, estetik, doğanın ve evrimin aklımıza tanımlanmış olduğu sayılar ve oranlardan ibarettir. Müziğin, rengin, formun hepsinin bir matematiği vardır. Tasarım kendi özel alanında bu matematiği öğrenmek ve bunu icra etmekle yükümlüdür.
Miops ile tanışmanız ve Capsule360 ürününden biraz bahseder misiniz? Sırada ne var?
Miops ile Capsule 360 projesi için 2017’nin son çeyreğinde bir araya geldik. Birkaç aylık tasarım sürecinin ardından “Dünyanın en kompakt kamera hareket kutusu” mottosuyla Kickstarter’a çıkan proje $600. ile fonlandı. Üretim sürecinde de bu mottodan taviz vermeden ürünün geliştirme sürecini Miops ile tamamladık. Ürün, geçtiğimiz yaz seri üretim sürecini de tamamlayarak 20’nin üzerinde ülkede kullanıcıları ile buluştu.
Capsule360, akıllı telefonlarla entegre çalışan, kapsamlı aplikasyonu ile birlikte Pan, Tilt ve Slide hareketlerini kolayca oluşturmanızı sağlayan, bugüne dek üretilmiş dünyanın en çok yönlü ve kompakt kamera hareket kutusu. Tek bir ünitede çoklu çalışma modlarını bir arada sunan Capsule360, 3 eksenli hareket kabiliyetinin yanında, Akıllı Nesne Takibi, Geliştirilmiş Zaman Atlamalı Modları, 360 derece Ürün Fotoğrafçılığı, Astrophotography için Star Takibi, Panorama gibi özelleri de sahip. Capsule360, gelişmiş video ve zaman atlamalı hareket modları sunan akıllı telefonlar, aksiyon kameraları, SLR ve Aynasız Kameralar gibi her türlü cihaz ile de uyumlu.
Önümüzdeki dönem için gündemde olan bazı projelere değinmek gerekirse; Kayalar Mutfak’ın Pole tasarımında edindiğimiz tüm tecrübe ve birikim ile markanın yeni jenerasyon endüstriyel mutfak grubunu tasarlıyoruz, sanırım Pole-Plus olarak piyasaya sürülecek. Wollox’un interaktif projeksiyon sisteminin bir parçası olan cihaz ve kalem tasarımları da tamamlandı, şu an üretim aşamasındalar, ürün her türlü projeksiyon cihazına entegre olabilen ve yansıma alanını (örneğin, bu 2 x 3 metre genişliğinde koca bir duvar olabilir) dokunmatik yüzeylere çeviren çarpıcı bir teknolojiye sahip. Holiday markası için tasarladığım Kanna Sandalye’nin kalıpları şu an İtalya’da yapılıyor, 2020’nin ilk çeyreğinde seri üretime geçmesi hedefleniyor. Miops Teknoloji ile yeni nesil kamera tetikleyicileri üzerine çalışıyoruz ve son olarak kişisel bakım ürünleri markası UltraCompact’ın kozmetik ürün grubuna ait şişeler de yine 2020’nin ikinci çeyreğinde raflarda yerlerini alacaklar sanıyorum.
Tüm tasarımları Form odaklı ve Fonksiyon odaklı olarak iki ana gruba ayırmak mümkündür. Her birinde ana çıkış noktası rasyonalizm olmalıdır. Bu anlamda çizilen veya silinen her bir çizginin çok net sebepleri vardır.
FORM odaklı projelerde ilk adım, tasarım için gerekli formun veya fikrin dürtü kaynağını bulmaktan geçer. Kalem kâğıttan önce, söz konusu tasarımın çağrıştırdığı her türlü görsel ve yazı incelenir. Tasarımında su teması işlenmesi gereken bir koltuk için kalem kâğıttan önce, suya objeler batırıp suyun üzerinde oluşan yüzeyleri fotoğraflanmaya başlanır. Bir rende için onlarca peynir dilimlenir, rendelenir, her birinin oluşturduğu form ve yüzey detayları fotoğraflanır. Bir çorba kâsesi tasarımı, çorbanın tarihçesini araştırmakla, “soup” kelimesinin epistemolojik kökenini araştırmak ile başlayabilir. Ardından tasarıma giden form ekmek dilimlerinin üzerine kaynar sular üzerinden çıkabilir. Suyun yüzey gerilimini görüntüye dönüştürebilmek için su üzerine cımbızlar ile ufak halkalar konulur. Veya bir sepet projesinin üzerindeki doku detayı için halıcılık sektöründe kullanılan düğümleri araştırmak projenin ilk adımı olabilir. Her tasarımın bir hikayesi olması ve çizgi çekmeye başlamadan önce o hikayenin yazılması gerekmektedir.
FONKSİYON odaklı projelerde ise tasarım, bir problem çözme sanatıdır. Daha önce çözüm getirilmemiş bir sorunu geometri, fizik ve malzeme üzerinden çözmeye çalışmaktır amaç. Sonucun görsel açıdan taşıdığı o şaşırtıcı güzellik de tasarlanan çözümün en güzel süsü olur. Bu yaklaşım türü endüstriyel tasarımın, sadece estetik, butik veya moda ürünler sunan bir uzmanlık alanı olmadığı; etrafımızdaki problemlere akılcı çözümler üretme sanatı olduğu gerçeğinin en güzel ispatıdır. Tasarım piyasaya sadece farklı kılıflar sunmaktan ziyade yeni çözümler geliştiren, sosyal yaşamı ileri götüren fikirleri üreten bir daldır.
KASITSIZ İLHAMLAR: Tüm bunların yanında, ruhumuz, çevremizden, sevdiklerimizden, soluduğumuz havadan da izler taşır. Bu izler istem dışı ilhamlarımızdır ve yarattığımız her şeye dokunurlar. Bunlar tasarımın en kaçınılmaz ve belki de en samimi gıdasıdır.
İSTİSNASIZ GÜZELLİK: Doğa, estetikteki büyük uzmanlığını kanıtlamıştır, çünkü yaradılışa olan mantıksal yaklaşımı kusursuzdur. Ortaya koyduğu “istisnasız güzelliğin” ardındaki her bir kıvrımın, bağlantının, ölçünün çok net sebepleri vardır. Endüstriyel Tasarım, ortamın görselliğine ve işleyişine dokunarak, onun bu inanılmaz çeşitliliğini arttırma, onu ileri götürme sanatıdır. Bunu uygularken, doğanın milyonlarca yıldır tasarlamak için geliştirdiği yöntemi kullanmak doğru olur. Bu anlamda Mordağ, rasyonel sanat olarak tanımladığı bu yaklaşım üzerinden “istisnasız güzelliği” hedeflemektedir.
GELİŞİM: Endüstriyel Tasarım, gelişimi, katma değeri ve sunduğu yenilikler ile toplumu ileri taşımayı hedefler. Her proje, her parça beraberinde bir sürü yatırım, emek, çevreye bir sürü ağırlık getirirken, bunlar sadece anlamsız bir çeşitlilik sunmak uğruna olmamalıdır.
RASYONALİZM: Mordağ’ın tasarımı ele alışındaki ana değer rasyonalizmdir. Doğa ve evrim süreci bir şeyleri devamlı daha verimli hale getirmeye yönelik işler. Bu doğrultuda aldığı kararların her birinin çok net sebepleri vardır. Tasarım bu yaklaşımın ufak çaptaki bir egzersizidir. Çizilen veya silinen her çizgi, hedefe (fikir, ürün, sistem) daha verimli bir yoldan ulaşmaya yöneliktir.
ESTETİK GÖRECELİ DEĞİLDİR: Bir obje iyi veya kötü görünmekten ziyade doğru veya yanlış görünür. Hantal bir teknenin “yanlış” görünmesinin nedeni hidrodinamik olmayan yapısıdır. Ergonomik olmayan bir sandalye veya kalem iyi görünemez. Gereğinden büyük yapılmış bir bağlantı parçası görsel açıdan da rahatsız edicidir. Estetik, mantığın aklımıza tanımlamış olduğu sayılar ve oranlardan ibarettir. Müziğin, rengin, formun, her birinin doğruya ve güzele yönlendiren bir matematiği vardır. Tasarım kendi özgün alanında bu matematiği öğrenmek ve bunu icra etmekle yükümlüdür. Rasyonel tasarım, milyonlarca senedir evrimin gelişiminde kullandığı tek yöntemdir. Doğanın bu yaklaşım üzerinden çizdiği her çizgi insan aklının estetik değerleri ile son derece uyumlu olmuştur. Çünkü, insan da bu yaklaşımın bir ürünüdür.
SORUMLULUK: Tasarım, dünyayı yeniden şekillendirme hakkını kullanarak çevreyi toplum için düzenleme sanatıdır. Bu yüzden de kişiyi gelmiş geçmiş en kompleks sorumluluklardan biri ile karşı karşıya bırakır. Tasarımcı kendini geliştirmek zorundadır; hem topluma hem de kendi yaşamına sunduğu kaliteyi yükseltmek için. Her ikisinin de etkileri son derece doğrudan gayeleri ise bir o kadar farklıdır.
İnsanoğlu, doğduktan yaklaşık altı ay sonra değerli olduğunu hissetmeye ihtiyaç duyar. Ebeveynleri ve çevresi tarafından sevildiğini bilmeyi kendisine gösterilen ilgi ve ağladığında ihtiyaçları karşılandığında hisseder.
Bu değerli hissetme ihtiyacı bir yetişkin olduğunda da temelde değişmez, sadece şekil değiştirir. Değerli olduğunu hissedebilmek içinse kendisi için önemli olan kişilerin bu değeri göstermesini veya söylemesini bekler. Bu da aslında geri bildirim almaktır. Yani verdiği değerin karşılık bulup bulmadığını bilmektir bu geri bildirim dediğimiz şey.
Fakat Türk insanı ne kadar sıcak kanlı ve beden dilini iyi kullanan bir ırk olsa da iş değer bilme ve/veya gösterme kısmına geldiğinde bunu rahatlıkla ifade edemediğini görürüz. Öte yandan arkadaşlarımızın, ailemizin veya etrafımızdakilerin davranışının/söyleminin bizi nasıl etkilediğini, bizde ne hisler uyandırdığını karşı tarafla oturup konuş(a)mayız hiç. Oysaki “ben dilini” kullanmak gerekir. Yani “bana değerli olduğumu hissetmiyorsun “deriz de “Kendimi değerli hissetmiyorum” demeyiz pek. Toplum olarak “sen dilini” kullanmaya alışkınızdır.
Bu durum iş hayatında geri bildirim dediğimiz şeyden farklı değil. İş insanı ne konumda olursa olsun değerinin ne olduğunu veya değerli olup olmadığını açıkça bilmek ister. Bilinmezlik, değersizlik duygusu kadar insanı rahatsız eden bir duygudur. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilememek belirsizliğin doğurduğu en büyük handikaplardan biridir. Bu handikabı aşmak içinse birilerinden bir şeyler duymaya ihtiyacımız vardır. Harekete geçmek, durmak, farklı yapmak, aynen devam etmek ve daha bir sürü eylem başkalarından aldığımız geri bildirimlerle şekillenen süreçlerdir. İş insanları üzerinden yapılan bir araştırma sonucu çok çarpıcı olduğu gibi bu söylemi destekler niteliktedir. İnsanların %92’si üslubu yapıcı olmak kaydıyla olumsuz geri bildirim almak istediklerini söylemektedir.
Geri bildirim çoğunlukla olumsuz durumlarda kullanılan bir iletişim aracı olarak bilinmektedir. Geri bildirim hem iyi sonuçları hem de yeterli olmayan sonuçları oluştuğunda kullanılması gereken bir iletişim modelidir. Geri bildirim ile ilgili doğru bilinen birçok yanlış anlayışta mevcuttur. Örneğin, geri bildirim sadece üstün asta uyguladığı bir iletişim modeli değildir. Kişi odaklı değil durum odaklı olmalıdır. Genel değil spesifik bir durum için verilir. Geri bildirim bir performans değerlendirmesi ya da had bildirme değil, gelişim ve dönüşüm zamanlarında da geri bildirim verilir.
Geri bildirim verirken mevki veya rol ne olursa olsun temelde iki noktaya çok dikkat edilmelidir. Geri bildirim verirken amaç karşı tarafın durumunu iyileştirme ve bu durumdan dolayı sorumluluk duymayı gerektirir.
Bildiğimiz anlamıyla medeniyetin geldiği noktanın iletişim sayesinde olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda daha fazla geri bildirim vermeye ve geri bildirim almaya daha çok ihtiyacımız olduğu aşikardır.
Şirketler çalışanlarından şirketin gelişimine yönelik düzenli olarak geri bildirim almayı, yöneticiler ise özellikle genç çalışanlarına gelişim için geri bildirim vermeyi alışkanlık haline getirmelidir. Aileler ise çocuklarına gelişimlerinin en önemli noktasının doğru geri bildirim vermekte olduğunu bilerek iletişimlerini sıcak ve yapıcı tutmalıdır.
Tarafların karşılıklı olarak zihinlerinin içinde dolaşan fikirleri tahmin etmeye değil bilmeye ihtiyaçları vardır. Bu bilme ve bildirme ihtiyacı da kişilerin davranış modellerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmelidir.
Öylesine hızlı bir dönemden geçiyoruz ki bu dönemin adını bile koymakta zorlanıyoruz. Kimi içinde bulunduğumuz çağa uzay çağı diyor, kimi post-endüstriyel çağ, kimi bilgi çağı, kimi bilgisayar çağı, kimi de bilişim çağı. Tarihte çağlara ilk ad veren Agustinus bu döneme isim bulmakta zorlanır mıydı bilinmez. Ama tarihte dörde ayrılan çağların süresi ortalama 500 yıl aralıklarla ayrıştırılırken, içinde bulunduğumuz yakın çağın hızlı değişimi göz önüne alındığında son 30 yıla ayrı bir çağ ismi vermek ve ismine de “evrilme çağı “ (doğal dönüşme) demek hiç de yanlış olmaz sanırım. Geçen her zaman büyük bir hızla evriliyoruz. Teknolojinin gelişimiyle birlikte dijitalleşmeye uyumlu yaşam biçimlerimiz, iş yapış modellerimiz, kişisel değerlerimiz ve en önemlisi hayata dair beklentilerimiz o kadar büyük bir hızla değişiyor ki, evrilemeyenler çağ dışı, en iyi sıfatla geleneksel kalmakla etiketleniyorlar.
Bu dönüşümün, modernleşmenin ve gelişimin şüphesiz onlarca faydasını sayabiliriz. Mesela, iletişim inanılmaz hızlı. Eskiden mektup yazıp cevabını bekleyen insan artık gerçek zamanlı görüşmeler yapabiliyor. Alışveriş için takviminde özel zamanlar ayarlayan insan, evinden bile çıkmadan oturduğu yerden istediği ürüne ulaşabiliyor, dünyanın diğer ucunda bile olsa satın alabiliyor. Eğlenmek için sinemaya tiyatroya giden insanın evi artık bir tiyatro sinema sahnesine rahatlıkla dönüşebiliyor. Sokağa çıkıp arkadaşlarıyla oynayan çocuk artık bilgisayarının başında çevrimiçi oyunlarla eğlencesine devam edebiliyor. Çocukluğunu radyolardaki piyesleri dinleyerek geçirmiş olan günümüzün yaşılıları, radyonun içinde insan var zannedecek kadar masum bir hayal aleminde yaşamışken şimdi torunları onlara teknolojinin kullanımını tek nefeste anlatabilecek kadar zeki ve bilgili olabiliyor.
Dijitalleşme verimlilikten güvenliğe, ortak çalışma kültürünü yaygınlaştırmaktan maliyet avantajına kadar bir çok yararı beraberinde getiriyor şüphesiz. Yapılan araştırmalara göre; dijitalleşmenin insan yaşamına pozitif etkileri en çok “sağlık, bankacılık ve eğitim” sektörlerinde kendini gösteriyor. Arkasından ise sırasıyla; hizmet faaliyetleri, perakende ticaret, motorlu kara taşıtlarının ticareti ile onarımı geliyor. Pazarlama sektörü de dijitalleşmeden en çok etkilenen sektörler arasında yer alıyor.
Hızın ve bu evrilmenin böylesine olumlu çıktıları varken aynı zamanda insanoğlundan alıp götürdüklerinin de envanterine bakmak lazım: Eskiden daha sade evlerimiz ama daha fazla huzurumuz vardı, daha az paramız ama daha cömert kalplerimiz vardı, daha az iletişim aracımız ama daha samimi ilişkilerimiz vardı, daha az gelişmiş zevklerimiz ama daha büyük hazlarımız vardı, daha az bilgimiz ama daha sağlıklı bedenlerimiz vardı. Tatil köylerine tatile gidemiyorduk ama ailemizin köyüne gidip yaylalarda özgürce oyunlar oynabiliyorduk. Sosyal medya hesaplarımızda takipçilerimiz, binlerce beğenimiz yoktu ama komşularımızın evine çat kapı gidebiliyor, çekirdek yiyerek balkon sohbetleri ile çok mutlu olabiliyorduk. Ve en önemlisi yabancı dilimiz yoktu belki ama sevdiklerimizle aynı dili konuşabiliyorduk.
Yaşadığımız dönem her ne kadar daha modern ve çeşitlilik bakımından zengin olsa da çoğu kişi geçmişin özlemi ile yaşıyor. Hani insanlar değişti diyoruz ya, hani eski arkadaşlıkların, dostlukların, sofraların tadı kalmadı diyoruz ya, hani teknoloji icat oldu samimiyet bozuldu diyoruz ya, işte tüm bunlar aslında dönüşümün bizim önümüze çıkardığı sancılı sürecin büyük yansımaları.
Bu dönüşümün ve dijitalleşmenin hayatımıza yansıyan sebep sonuç ilişkisini iyi analiz etmek gerekiyor. Ortaya çıkan bu sonuçlar zorunlu bir ortaya çıkış değil. Bilişim toplumunun temel öğelerinin ve teknolojinin hayatımıza getirdiği dönüşümlerin bir sonucu.
Değişim kuşkusuz gerekli ve hızını hiç de keseceğe benzemiyor. Kesmemeli de! Fakat dönüşümün somut sonuçlarına odaklandığımız kadar değerlerimize, işin soyut kayıplarına da sahip çıkmak, yok olmasına müsaade etmemek, onları da koruyarak gelişmek çok mu zor dersiniz? Dönüşüm seline kapılıp giderken özlem duyduğumuz şeyleri tekrar dolu dolu yaşamak için uğrunda biraz olsun mücadele etmeye değmez mi?
Birine gidip eğlence hayatının zıt anlamlısını söyle deseniz, “iş hayatı“ diyecektir. İş yeri denince asık suratlı insanların biraraya geldiği ve etrafta fazla ciddiyet olduğu bir ortam gözümüzde canlanmaktadır. Çalışırken daha ciddi görünmenin daha iyi çalışıyormuş gibi bir izlenim yaratacağına dair bir algı olduğu da düşünülürse iş yaşamımızda gülmek her zaman çok olumlu bir hava yaratmaz. Ciddiyet kavramı, düşünüldüğünde, kararlılık, bilgi, emek, yoğunlaşma, önemi kavrama, disiplin gibi bir dizi kavramın ve sözcüğün toplamıdır ve aslında olumlu bir kavramdır. Dolayısıyla sanki iş hayatı tam ters bir şekilde ciddi ve eğlenceden uzak olmalıdır.
En sevdiğimiz öğretmenlerimiz, akılda kalan hocalarımız asık suratlı, sürekli katı bir disiplin anlayışı içerisinde ceza sistemi üzerine her şeyi kurgulayan eğitimciler değillerdi. Tam tersi, öğretirken gülümseten, hayatımıza bir katkıda bulunurken hem zihnimize hem kalbimize hitap eden eğitimciler bizde iz bırakmıştır.
Yetiştirildiğimiz kültürde bu konuda bizi destekler yapıda değil. Hangi toplumda şu deyimleri ve atasözlerini duyabilirsiniz ki bizden başka? “Çok güldük başımıza bir şey gelecek.“, “Fazla gülme hafif meşrep sanırlar.”, “Son gülen iyi güler.“… İnanılır gibi değil ama hayatımız boyunca kaç kere duyduk bunları.
Bizler belki de şunun pek ayrımını yapamıyoruz gibi geliyor bana. Gülümserken de ölçülü olunabileceğini veya ciddi bir ifade içindeyken içten olabilmeyi beceremediğimizden kalıplaşmış inançlarımız var. İş hayatında esprili olanların sıkı bir iş insanı olamayacağına, ciddi olanların da mizah anlayışlarının olmadığına bir kere inanmışız ve bir türlü tersi olabileceğine ihtimal vermiyoruz.
Burada zor olan sanırım bu mizahın ölçüsünü bizim değil de karşımızdakinin ayarlayamayacağını düşünmemiz, karşımızdakinin sınırları aşabileceğinden endişeyle daha güvenli olan ciddiyeti tercih ediyoruz. Bu bir kalkan gibi. Tabii bir başka nedende, espri zeka ve nezaket çizgisini çok iyi bilmemek.
Sözlerimiz nazik ilkelerimiz sert olabilse hayat hem daha kolay hem de daha keyifli olmaz mıydı? Oysaki biz de durum tam tersidir çoğu zaman. Söylemler kaba ama prensipler esnek olduğu için sorunlar yaşarız. Bütün mesele iletişimde bunun tam tersini yapabilmekte. Neşeli olurken üretken de olabilmek bu kadar zor olmamalı. Bir düşünmenizi rica ediyorum.Çevrenizde gülümseyerek hayır diyebilmeyi becerebilen, ilkelerinden vazgeçmeden, kırmadan, incitmeden iletişim kurabilen kaç kişi tanıyorsunuz? Bizler sınırları belirlemenin en temel ilkesinin ciddiyet olduğuna inanmakta büyük yanılgıya düşüyoruz.
Geçenlerde yurtdışında yaşayan bir dostum altı yaşındaki oğlunun Türkiye ‘ye geldiklerinin üçüncü gününde “anne neden burada kimse gülmüyor” diye sorduğunu duyunca hem çok üzüldüm hem de toplumumuzun bu konuda bu kadar belirgin bir özelliğinin bir çocuk tarafından da fark edilmesi beni çok sarstı.
Bu yazıyı okuyunca hayat şartları ve çok çalışmak gibi sıradan nedenlere bağlamayınız. Gülümsemek ekonomik nedenlere bağlı olsaydı bütün zenginlerin ortak özelliği tebessüm olurdu.
Bilim adamları serotonin hormonuna yani diğer bir deyişle mutluluk hormonu uygun bir seviyede olduğunda daha zinde olduğumuzu ve serotonin nöronlarımızın birbirleriyle iletişim kurmak için ürettikleri bir kimyasal olduğunu söylüyorlar. Buna karşın kaçımız kilomuzu gramına kadar takip ederken serotonin seviyemizi de takip ediyoruz?
Ve bir saniyeliğine düşünelim. En son ne zaman kahkahalarla güldünüz? En son ne zaman birini gülümsettiniz?
Gelin yeni yılda bir değişiklik yapalım ve olduğumuzdan biraz daha neşeli olabilmeyi, keyifle çalışmayı ve gülümserken de ciddi iş sonuçları üretebilmeyi kendimize hedef koyalım.
Şu son yaşadığımız olayları düşündüğümüzde aslında tek iyi şey bize neler öğrettiği olacaktır her halde. 2020‘ye girdiğimiz ilk günlerden itibaren depremler, çığ felaketi, kayıp verdiğimiz şehitlerimiz, havalimanındaki facia ve İstanbul depreminin 20 yıl sonra tekrar kendini hatırlatması-hoş hiç unutmamalıydık. Son olarak korona virüsü salgınını yaşadığımız şu son günlerde tüm dünyanın gündemi de dengesi de bir anda değişiverdi.
Bilimsel açıklamalara göre 21 gün boyunca uyguladığınız bir davranış alışkanlığa dönüşebiliyor. Ama gördük ki insanın öncelikleri değişince alışkanlıkları da, davranışları da, bakış açısı da bir anda değişebiliyormuş. Düne kadar tamah etmediğimiz konular şimdilerde topyekûn değişiverdi. Elbet insan evladı bu olaylarla da başa çıkabilecek ve bu günler umarım ki bir an önce geçecektir. Önemli olan ise bundan sonrası. Bundan sonra, herkesin elinde var olanın daha fazla değerini bilmesi ve hayat mücadelesinin içine hayat sevincini de hayata dair tutkusunu da artırmak için kendini yenilemesi, daha doğrusu önce silkelenmesi gerekir. Bu yaşadığımız olaylar bize biraz da şunları öğretmedi mi?
-Sağlığın her şeyin başı olduğunu,
-Şükretmemiz gereken ne kadar çok şey olduğunu,
-Bilimin ne kadar önemli olduğunu,
-Gençliğin ne büyük bir ayrıcalık olduğunu,
-Bilginin önemini,
-Dünyanın fani olduğunu,
-İnsan evladının ne kadar çaresiz olabileceğini,
-Ailemizin ve sevdiklerimizin kıymetini,
-Teknolojinin ne büyük nimet olduğunu,
-Kolektif bilincin öneminin bireysel bilinçten üstün olduğunu öğrenmiş olmadık mı?
Doyumsuzluk ve tatminsizlik gibi nedeni çoğu zaman sağlam bir temel dayanmayan duygu durumlarından şimdilerde bambaşka mücadelelerin içinde buluverdik kendimizi. Öncelik olarak gördüğümüz şeylerin değişmesi ile algımız da bir anda değişti. Bu olaylar olana kadar birçoğumuz tükenmişlik sendromuydu, pazartesi sendromuydu bir sürü saçma sapan konuyu dert edinirken biraz fazla şımarmamış mıydık?
Doğada birçok gizli mesaj vardır aslında. Yorumlamayı doğru yapabilirsek doğanın bize fısıldadığını duyabiliriz. Buna dair bir örnek paylaşmak isterim sizlerle. Istakozlar denizlerde ve okyanuslarda yaşayan en enteresan deniz canlılarından biridir. Çok uzun süre yaşayabilirler ve yaşadıkları sürece büyümeye devam edip devasa boyutlara ulaşabilirler. Sizce ıstakozların genç ve diri kalmasının sırrı ne olabilir?
Istakozlar özünde yumuşak ve pelte kıvamında bir vücuda sahiptirler. Bu halleri ile kırılması son derece zor olan ve hiç genişlemeyen kabuklarının içinde yaşarlar. Bu sert kabuğun içinde nasıl büyürler sorusunun cevabını bulmak için ıstakozun gizemli dünyasını aralamak gerekiyor.
Istakoz büyümeye devam ettiği zaman içinde yaşadığı kabuğu dar gelmeye ve ıstakozu sıkmaya başlar. Bu aşamada kendini yoğun baskı ve stres altında hisseden ıstakoz bir kaya dibine çekilerek kabuğunu kırmak için amansız bir mücadele verir. Uzun çabalar sonrası kabuğunu kırar ve bir süre sonra yeni büyük kabuğu oluşur. Doğal olarak büyümeye ve gelişmeye devam eden ıstakozun yeni kabuğu da bir süre sonra dar gelmeye ve ıstakozu tekrar strese sokmaya başlar. Istakoz yine bir kaya dibi bularak zor da olsa kabuğunu kırarak içinden çıkar ve yeni bir kabuk daha oluşur. Istakoz hayatta kaldığı süre boyunca bu durum tekrar tekrar yaşanır. Istakozun yenilenmesi, gelişimi kendini rahatsız ve stres altında hissetmesiyle başlar. Ve değişim bu noktalarda devam eder. Istakozun gelişmesi için gereken tek uyaran kabuğun daralması ile gelen rahatsızlık hissidir. Istakozun yaşam serüvenindeki kıssadan hisse; sıkıntı ve stres anları gelişime yönelik bir uyarandır.
Bu yaşananlara rağmen pembe bir tablo çizme ya da kişisel gelişimcilerin de önerdiği gibi her şeye pozitif tarafından bakalım deme gibi bir görüşü savunmuyorum. Demek istediğim şu ki; stresli durumlar bazen gelişimin veya yeni oluşumun uyarıcısı olabilir. İnsan evladı da umarım tüm bu yaşananlardan sonra öncelikle önem vermesi gereken konuları daha doğru sıralayabilir ve yaşam dengesini daha akılcı parametreler üzerine kurgular. Ve tüm bu yaşananlardan sonra dünya aslında bir anda her şeyimizin tehdit altında olduğu gerçeğinden uzaklaşmadan daha barışçıl, daha uzlaşmacı ve daha bilinçli olarak yaşamdan tat alabilmenin yollarını bulabilmeli.
Tıpkı Ataol Behramoğlu’nun seksen yıl öncesinden söylediği gibi “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey varÇünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandırVe hayat, sunulmuş bir armağandır insana” SevgilerimleDidem Tınarlıoğlu
Ofisi eve taşıdık peki ya güveni, değerleri ve aidiyeti? Bu zor günlerden geçerken iki önemli unsura dikkat etmek gerekiyor: Şirketlerin yönetim anlayışları ve çalışanların iş yapış modelleri.
Önce şirketlerden başlayalım. Şüphesiz ki bu süreç herkes için ilk ve farklı bir tecrübe. Bütün sosyalleşme alanlarının kapandığı, milyonlarca insanın evden çalışmak zorunda olduğu ve birçok işletmenin faaliyetlerini durdurma kararı aldığı çok tarihi bir süreçteyiz. İkinci dünya savaşından beri dünya böylesine global bir daralma ve krizi yaşamamıştı. Şüphesiz ki bu süreç hem şirketlerin hem de bireylerin hiç tecrübe etmediği ve çok amatör yakalandığı bir süreç.
2030 ‘a kadar etkisinin devam edileceği ön görülse de sanayi ve internet devriminden sonra global çarkın etkilendiği en önemli olaylardan biri olarak tarihe geçeceği görülüyor. Tarih bu süreçleri, büyük ihtimalle, ‘’Büyük İzolasyon’’ veya “İnsanlığın Sınavı “gibi vurgulu başlıklarla anacak.
Şimdi bu kritik süreci yaşarken tarihin ne yazacağını ve etkilerini bir kenara bırakıp güncel bir konudan bahsedelim. Yani Coronavirüs (Covid-19)salgınının zorunlu evden çalışma ve şirketlerin geçici olarak kapatılmasını gerektirdiği süreçte, şirketler açısından teknik olarak hazır olan misyon ve değerlerin pratikte uygulanıp uygulanmadığının test sürüşleri yapılıyor bir yandan.
Kurumsal şirketler misyonlarını, değerlerini ve vizyonlarını web sitelerine itina ile yazarken, posterlere yazıp şirketin duvarlarına asarken, sinerji toplantıları yaparken ve her bir araya geldiklerinde ‘’Biz takımız, büyük bir aileyiz” mesajlarını verirken, böyle günlerin pratikte ve üstelik olağanüstü şekilde, ansızın test edilebileceğini hiç düşünmediler büyük ihtimalle.
Birçok şirket misyonlarında insan odaklı olmaktan bahseder, doğrusu da budur. Ancak insana değer verme prensibi asıl bu zor ve kâr etmenin riske girdiği dönemlerde ortaya çıkar. Her şeye rağmen önceliğini ticarete verip insan sağlığını hiçe sayan ve/veya yeterli duyarlılıkta olamayan şirketler başka büyük bir sorunu da beraberinde getirdiğini de hesaba katmak zorundadır.
Beraberinde getirdiği ve sorgulanacak konuların ilkleri değer ve aidiyet konularıdır. Aidiyet dediğimiz şey öyle takılıp sökülebilen bir çip veya broş değildir. Aynı şekilde değerler de öyle. Oluşması uzun zaman alır ve ciddi emek ister, fakat bu duygu tek bir hareketle veya bir kararla saniyeler içinde yok olur gider. Tıpkı güven gibi.
Elbette ki bu zor günlerde işverenler de ticari olarak zor durumlarda kalacak, satışları düşecek ve hedef dedikleri birçok rakam yerini bulamayacak. Ancak düzen yavaş yavaş oturmaya başladığında çalışanlar öncelikle dönüp şirketlerinin o zor dönemde ne kadar onların yanında olup olmadıklarına ve önceliklerinin ne olduğuna, bu süreci yönetme tarzlarına bakacaktır. Onların önceliği, zor zamanda aldıkları desteğin samimiyeti ve insancıllık kıstası olacaktır. Bu yüzden, kısa vadede olmasa bile uzun vadede önceliği para değil insan olanlar, takım ruhunu lafta değil tutumları ile sergileyen şirketler kazançlı çıkacaktır. Tüm değer sistemlerinin yerine parayı koyan şirketler uzun vadede sadece para değil takımın iyi üyelerini de kaybedeceklerdir. Bu hemen olmaz. Karda ölüm gibi derim bu gibi durumlara. Hissetmeden ama tatlı tatlı ve yavaşça ölürler.
Bu sürece bir de çalışanlar açısından bakalım. Daha önce böyle bir süreci doğal olarak deneyimlemeyen çalışanlar uzaktan çalışmayı tatil ve rahatlık gibi görür, iş disiplinini kaybeder, performansını düşürürse yöneticilerde süreç sona erdiğinde bunu değerlendireceklerdir. Baskı altında veya otoriter ortamda değil de konfor ortamındayken dahi verimliliklerini düşürmeyenler şirkete olan aidiyetlerini ve iyi bir takım üyesi olduklarını, daha doğrusu güvenilir olduklarını ispatlamış olacaktır.
Bugün bir arkadaşımdan duydum. Şirketlerden biri çalışanlarını denetlemek için webcam kamerasını sadece yemek yerken ve temel ihtiyaçlarını giderirken kapatmalarına izin veriyormuş. İnanamadım! Eğer ortada bu kadar güven kaygısı varsa o kişilerle niye çalışır ki bir şirket? Bu kişilere müşterilerini, parasını, şirket varlıklarını ve en önemlisi şirket imajını teslim edebilmişken bu uygulamayı yapmak o şirkete ne kazandırıyor merak ediyorum.
Değerler dediğimiz, misyon dediğimiz şey yazı ile çizi ile değil bu süreçteki yönetim tarzı ile ortaya çıkar. Çalışanlar açısından ise bu değerler, ‘’Ben çok çalışkanım, ben çok dürüstüm.’’ demekle olmaz. Şimdi bunu gösterme zamanıdır. Kriz zamanlarında daha fazla iş üretmek, şirketin sorunlarını benimsemek, çözüm odaklı yollar ortaya koymak ve motivasyon beklemek yerine motivasyon sağlayıcı olmakla olur. Beklentilerin düşük katkının büyük olması gerekir.
Özetle demek istediğim şu ki kısa vadede değil ama orta ve uzun vadede insan odaklı, yani ekibini koruyan, kollayan, duyarlılık içinde olan, bu süreçte sakin ama temkinli olan şirketler ile güven kaybı yaşatmayan çalışanlar kazanacaktır. En kötü ihtimale daha az zarar göreceklerdir.
Metanet kelimesini hepimiz biliriz ve genellikle kayıpların ardından kullanırız. Metanetli olmak olgunluğu, soğukkanlılığı, gereken önceliği göstermeyi ve doğru tutumu ifade eder. İhtiyacımız olan da tam olarak budur. Bir işletmenin veya kişinin nihai sınavı zor zamanlarda gösterdiği dayanıklılık ve metanettir.
Toplumumuz, maalesef saygı göstermeyi fikir belirtmemekle karıştırdığımız bir noktaya geldi. Bu durum, yalnızca bizim toplumumuzla da sınırlı değil aslında; günümüzde, hâlâ, eleştirinin –geri bildirim de denebilir- saygısızlık, hatta hadsizlik olarak görüldüğü birçok toplum var. Baktığınızda göreceksiniz ki, bugün bizi sessiz kalmaya iten nedenler, sessizliğin saygı olduğu anlayışına dayanır.
Beyin fırtınalarının belirli fikirleri belirli kişilerin tartışması olarak algılandığı bir duruma gelmesi, sürekli konuşanların olduğu kadar hiç konuşmayanların da suçudur.
Kurumların basmakalıp işler yapmasının, sektördeki tabuları yıkamamasının bir sebebi de bu olabilir; yeni fikirlerin sessizlik sarmalında kaybolması. Bu sarmal, kurumlarda yenilikçi ve ilerici fikirleri içinde öğüten dev bir çark yaratır ve kabul edilememe korkusundan dolayı susan çalışanlar eninde sonunda bu çarkın bir dişlisi olur. Her susan birey, çarkın daha sağlam işlemesini sağlar. Çarkın durmasını sağlayacak şey ise yeni fikirlere açık çalışma ortamları yaratmak, ast-üst ilişkisini fikirleri bastırmayacak şekilde yürütmek, genç beyinleri ‘’tecrübe’’ kriterleri altında ezmemek ve risk alabilmek.
Birçok özlü söz hep susmanın ne kadar önemli olduğunu, irade duruşu olduğunu tavsiye eder durur.Birçok kuruluş, aynı düşünceleri paylaşmanın, kariyeri emin ellerde tutmanın en doğru yolu olduğunu, sözlü veya sözsüz mesajlarla vermektedir. Günümüzde iş dünyasında ve/veya eğitim hayatında aranan en önemli niteliklerin başında iş birliği ve adapte olabilme özelliği yer alıyor. (bkz.Linkedn 2019 en çok aranan nitelikler ) Bunun altındaki algıda da uyumluluk yani çok fazla konuşmak yerine var olana uyum gösterme ve gizliden gizliye “aykırılık yapma” mesajı gizli.
Susarız çünkü; aksini iddia etmek, savunmak ya da dile getirmek dışlanmayı, ötekileştirilmeyi de beraberinde getirecek diye korkarız.
Susarız çünkü; çoğunluğun sesi azınlığı her zaman bastırır diye düşünürüz. Denir ki, konuşulması gerektiği yerde susmak çöküntü ile eş anlamlıdır.
Susarız çünkü; artık mücadele etmek istemeyiz, çabalarımızın nafile olacağını biliriz, pes etmek değil ama hiç tepki göstermeyerek en yüksek sesle isyan ederiz aslında.
Susarız çünkü; karşımızdaki ile zekamızın, ahlakımızın ve vicdanımızın eşit olmadığını görürüz.
Susarız çünkü; o kadar kırılmışızdır ki, dile gelmez bir türlü duygularımız. Öylece içimize atar ve suskunlaşırız.
Uzmanların söylediğine göre sessizlik, aşağılanma, kızgınlık ve öfke gibi duygular yaratarak kişiler üzerinde yüklü bir psikolojik bedel ödettiriyor. Araştırmalar, duygu ve düşüncelerin ifade edilmediği taktirde etkileşim bozukluğuna sebep olduğunu, üreticiliği sabote ettiğini ve yaratıcılığı bitirdiğini ortaya koyuyor.
Susmak, farklılığı yüzeyin altına iter, güvensizlik hisleri artar, itimatsızlık kol gezerken suskunluk sarmalı ortamı ele geçiverir. Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilen bu siyaset bilimi ve kitle iletişim teorisi şöyle tanımlanıyor: Bir kişinin/grubun savunduğu fikir, mensubu olduğu toplumun ‘genel-geçer’ kabul ettiği görüşlere uygun değilse, bu kişi toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar. Yani eğer bir insan kendi kişisel düşüncelerinin düşüşte olduğunu düşünüyorsa bunu ifade etmeye daha az meyilli olabiliyor.
Sessizlik Saltanatı; sessizlik birçok kez zıtlaşmayı göze alamadığımız zaman ortaya çıkar. Bir farklılık ifade etmek yerine mevcut uyumlu statüyü korumanın tuhaf bir rahatlığı vardır.Ergenlik çağlarımızdan hepimiz hatırlarız, uyumlu olmanın zorlukları vardır. Yaş aldıkça bu isyankar hal genel geçer gerçeklerin kabulünü beraberinde getirir.
Çeneyi Kapama Zamanı; çoğu insan çok değil de az konuşma eğilimindedir. Bazı meseleleri gündeme getirmeye lüzum görmez. Eğer ihtilaf değersiz bir ilişkiye dönüşecekse veya o sırada konuşmak daha büyük problemlere sebep olacaksa bazen konuşmayı ertelemek daha iyidir.
Daha iyi bir fikrinizin ya da çözümünüzün olduğuna inandığınız noktada susmak, bu fikri sadece ve sadece korktuğunuz için kendinize saklamak, çöküşünüzü sessizliğinizle yarattığınız anlamına gelir. Bu çöküş, yalnız bireysel bir çöküş olmakla kalmaz, profesyonel iş hayatınızın da çöküşünü aynı sessizlikle garantiler. Sessiz kalmak, karşınızdakine aksini iddia etmediğiniz, dolayısıyla iddia edileni veya ortaya atılanı kabul ettiğiniz mesajını verir.
Kurumların veya markaların radikallikten uzak durması geleneğinin neredeyse sektörün normu haline gelmiş olması, tabuların yıkılamayacağına olan inancı daha da güçlendirmekte. Fakat, rekabetin her geçen gün arttığı sektörde farklılaşmak ve tüketicinin/müşterinin zihninde ‘’love mark’’ olmak, tam da tabuları yıkmaya başladığınız noktada gerçekleşir. Sizinle aynı misyonu paylaşan yüzlerce markanın arasından aynı misyonu gerçekleştirdiğiniz için değil, aynı misyonu orijinal bir yolla gerçekleştirdiğiniz için sıyrılabilirsiniz. Yaratıcı olarak anılan, vaka çalışmalarında örnek olarak gösterilen markaların işlerine bakın, orijinal fikirlerin yansımaları olduklarını göreceksiniz. Orijinal fikirleri bulmak içinse, bazen o çarkı durduracak fikirleri hayata geçirip risk almamız gerekir.
Eskiden her şey çok normalmiş gibi herkeste bir normale dönme özlemi. Her şey normal falan değildi eskiden. Bir sürü anormallikleri olan koca bir dünyada yaşıyorduk.
Öte yandan eski normal yeni normal ne demek? Bir kere kendi içinde çelişkili. Normal normaldir. Adı üstünde. Önüne yeni gelince o artık normalliğinden yani olağanlığından, kendine olan özgünlüğünden çıkmış, moda adıyla mutasyona uğramış olmuyor mu? Neyse biz konumuza dönelim, bu bambaşka bir paylaşım konusu.
Normal dediğimiz eski dünya düzeninin içinde bir sürü anormallikler yok muydu?
Eskiden her şey çok normalmiş gibi herkeste bir normale dönme özlemi. Her şey normal falan değildi eskiden. Bir sürü anormallikleri olan koca bir dünyada yaşıyorduk.
Öte yandan eski normal yeni normal ne demek? Bir kere kendi içinde çelişkili. Normal normaldir. Adı üstünde. Önüne yeni gelince o artık normalliğinden yani olağanlığından, kendine olan özgünlüğünden çıkmış, moda adıyla mutasyona uğramış olmuyor mu? Neyse biz konumuza dönelim, bu bambaşka bir paylaşım konusu.
Normal dediğimiz eski dünya düzeninin içinde bir sürü anormallikler yok muydu?
Şiddetten ölen her yıl binlerce kadının, sapkınlar tarafından istismar edilen on binlerce masum çocuğun olduğu dünya mı normaldi? Sırf öne geçebilmek için torpille iş halletmedeki çirkin adaletsiz anlayış mı, doktorları döven, hakaret eden zihniyetler mi, bilime, akademiye, çağdaşlığa değil, vasata, maddiyata, cehalete prim veren toplulukların olduğu dünya mı normaldi?
Empatiden yoksun, sevgisizliğin ve sosyal statünün değer bulup insanlığın hiçe sayıldığı, tüketmeye olan bitmeyen açlığın, doğaya olan vurdumduymazlığın, toprak ve iktidar uğruna yapılan savaşlarda ölen milyonlara varan insanların olduğu dünya mı normaldi? Silah ve savaşlara yapılan yatırımın bilime ve eğitime olan yatırımdan daha fazla olduğu, anlamsız ve çirkin siyaset dilinin sıradanlaştığı, gelir adaletsizliğinin dünyanın dengesi kabul edildiği anlayışın olduğu dünya mı normaldi? Tüketime olan düşkünlüğün arsızlaştığı, hayata karşı memnuniyetin nerdeyse hiç denecek kadar azaldığı, şımarıklığın hâkim olduğu eski düzen mi normaldi? İnsanoğlunun diğer canlılara olan duyarsızlığının tavan yaptığı, liyakatin hiçbir kurumda değerinin olmadığı, spor dünyasında, adil oyundan ziyade kabalığın, çıkarcılığın boy boy gösterildiği dünya mı normaldi? Bu dünyaya mı geri dönmek istiyoruz da normale dönüş naraları atıyoruz?
Çoğu kişinin bir “Ders aldık, aklımız başımıza geldi, her şey çok farklı olacak, akıllandık…” gibi beyanlarını duydukça, insanın ağlanacak halimize gülesi geliyor.
Oyuncağı elinden alınmış çocuk misali davranıyor gibi geliyor bana insanlar. Bir yandan ağlıyor bir yandan annesi oyuncağını geri versin diye numaradan sözler veriyor. “Bir daha yapmayacağım yeter ki istediğimi ver, söz yapmayacağım.” der gibi. Çocuk diliyle mahsusçuktan yani.
Boş hayallerin peşinde, bomboş vaatlerin içindeyiz yine. Bırakalım bunları. Önce şapkamızı tüm dünya olarak gerçekten ama içtenlikle önümüze koyalım. Koyacağımıza inanmıyorum, o ayrı mesele. Yanılmaktan memnuniyet duyarım.
Kontrolü kaybedince delirdik. Üç yıl beş yıl sonraya dair planlama ve yönetme hakimiyetimiz varken yirmi gün sonrayı bilememek çıldırttı bizi.
Her şeyi kontrol edemeyeceğimizi kabullenmiş olalım artık. Dünyanın bize her şey senin elinde ve istediğin gibi olacak her şey merak etme dediği bir sözü yok. Bir teminatı da yok.
Maruz kalma diye bir duygu var biraz onunla tanışalım mesela. Bazen maruz kalırsın ve durumu kabullenirsin, hazmedersin. Sonra egonu kenara asar bırakır ve önüne sunulan şartlara uyum sağlamayı öğrenirsin. Yaşadığımız şu günler şeklen bu tanımlamaya uysa da içerik ve özümseme olarak yakınından bile geçmiyor. Her şey, tüm çıkarımlar, eskisi gibi bencilce, bütünsel değil bireysel. Öyle “Doğa bize dersini verdi artık daha duyarlı olmalıyız, su kaynakları azalıyor kendimize gelmeliyiz.” gibi dikkat çekici sözler güzel de, bunları bir avuç insan söylüyor. Dünyada kuraklaşma riski var ama insanların kalbinde oluşmuş olan kuraklaşmayı ne yapacağız peki?
Normale dönmeyelim biz. Hazır bu kadar değişime ve iyileşmeye hazırken, iyi olmayan şeyleri çağırmayalım. Normalleşmeyelim. İyileşelim.
İyileşmek de inanç ve sevgiden geçer en çok. Önce sevebilmeyi becermemiz lazım. Her şeyi abartma ve övme huyunu eski normalde (!) bıraksak da sevmeyi abartsak mesela. “Zira sevmek mübalağa sanatıdır.” demiş ya hani şair. Ne güzel de özetlemiş. Yeni normal dünyada sevmeyi abartsak mesela.
Son söyleyeceğimi, artık en başta söylemem gerektiğini geç de olsa öğrendim. Ayrıca hikayeleştirerek anlatmanın ilgi çekiciliğini bilsem de o şekilde anlatamayacağım. Bir mühendis olarak öyle bir becerim de yok. Halimiz ve gelinen nokta artık birinin yüksek sesle bağırarak, aynen masaldaki gibi “Kral Çıplak” demesi gereken noktada. İçimdeki bu KRAL ÇIPLAK diye haykıran çocuğu susturmadan, bu çocuğun haykırışını, 30 senelik iş yaşamı tecrübesi olan mühendis Gülay’ın ağzından yapabildiğim kadar anlatmaya çalışacağım.
Ben ve bizim dönem yani hep söylediğim gibi bu topraklarda X kuşağı (1965 – 1980) yani diğer adıyla “kayıp kuşak” olan bizler, zaten sürekli olarak sıkıntı, gelecek kaygısı, kıbrıs harekatı, ekonomik krizler, terör, ihtilaller vb olaylar içinde büyüdük. Üstüne üstlük bir de ard arda internet, cep telefonu, Google, yapay zeka vb birçok yeni teknolojik doğuşlara ve inovasyonlara şahitlik etmiş ve değişimlerin içinde olan biri olarak, bu zamanlara gelebilmek ve ayakta kalabilmek için tüm bu değişim ve krizleri yönetmek zorunda kaldım. Soyadım gibi sürekli savaştım. Çözüm bulmak için de, bilgiye ulaşmak için de ben adım attım ve mücadele verdim. Çözüm, iş vs benim ayağıma gelmiyorsa ben çözümün ayağına gittim. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz bu kriz ve pandemi durumunun nasıl yönetileceğini esasında çok iyi bilen ve zaten adı pandemi olmasa da hep pandemik koşullarda yaşamış ve krizlerde, “minimum kaynak ile maksimum verimlilik nasıl sağlanır?”a kafa yormuş biriyim.
Önce isterseniz gelin bu “Kral Çıplak” masalını yeniden hatırlayalım J .
Günlerden bir gün, uzak bir ülkede, giyimine kuşamına oldukça düşkün, kendini beğenmiş bir kral varmış. Kendini dev aynasında göre bu kral, kendi zekasını çok beğenir, diğer insanları önemsemezmiş.
Yine bir gün, başka bir ülkenin kralı kendisini ziyaret etmek istediğini söylemiş. Kralın geleceğini haber alan bizim kralın aklına gelen ilk şey; “Acaba hangi giysileri giysem” olmuş.
Derhal tellalı çağırmış;
-“Bütün terzilere haber gönderin” demiş. Öyle bir giysi istiyorum ki, dünyada bir eşi, benzeri olmasın. Bir müddet sonra, haber her tarafa ulaşmış. En iyi terziler, kralın huzuruna gelmişler, yapabilecekleri tüm modelleri tek tek anlatmışlar. Fakat kral anlatılanlardan hiçbirini beğenmiyor;
-”Daha iyisi, daha güzel olmalı!” diye hepsine bağırıp, çağırıyormuş. Duruma hakim olan bilge bir terzi kraldan söz istemiş.
– Sevgili kralım, ben size çok özel bir elbise dikeceğim demiş. Kral nasıl olacak diye sormuş.
Bilge terzi, “size öyle bir elbise dikeceğim ki eşsiz olacak! Ne sizden önce, ne de sonra kimse bu elbiseyi giyemeyecek.” Demiş ve işi almış.
Bilge terzi ; ”Fakat bir şartım var” demiş. ”Elbisenin dikimi bitene kadar hiç kimse işime karışmayacak, odama girmeyecek.” demiş.
Kral aradığını bulmanın sevinciyle, bu teklifi kabul etmiş. Hemen bir kaç kese altın verip;
-”Haydi o zaman derhal dikmeye başla!” diye emretmiş.
Bilge terzi hemen başlamış çalışmaya. Odasına çekilip, her gün kraldan iki kese altın geliyormuş kendisine. Aradan günler, haftalar geçtikçe kralın merakı artmaya başlamış. Nihayet bilge terzinin hangi kumaşı diktiğini görmek için odaya girmiş. Bilge terzi, dikiş tezgahının üstünde harıl harıl çalışıyormuş. Kral sessizce bir süre terziyi izlemiş, bir şey göremeyince sinirlenmiş kral.
– “Günlerdir seni besliyorum, her gün kese kese altınlar gönderiyorum, demek boş oturuyorsun. Bunun için mi veriyorum altınları demiş? Bilge terzi sakin ve kendinden emin bir şekilde;
– “Sevgili kralım, bu kumaş çok özel bir kumaş. Bunu sadece akıllı insanlar görebilir.” demiş. Bakın ne kadar da güzel oluyor, öyle değil mi?”
Kral, aptal durumuna düşmemek için;
-”Evet, çok güzel. Demek zorunda kalmış ve hızlıca çıkmış odadan.
Çok geçmeden bu söylenti şehrin her tarafına yayılmış. Kralın yeni elbisesi için herkes; ”Sadece bu elbiseyi akıllılar görebilir!” diyormuş.
Nihayet insanlar meraktan çatlamadan merasim günü gelmiş, çatmış. Halk alana toplanmış, meraklı gözlerle kralı beliyormuş.
Terzi kralı giyim odasına almış, eski elbiselerini indirerek ona gerçekten varmış gibi üzerine diktiği elbiseleri giydirmiş. Sonrada kralın karşısına geçip;
-”Muhteşem oldunuz sevgili kralım, gerçekten çok şıksınız” demiş. Kral, bilge terzinin bu iltifatları karşısında, aynadaki çıplak bedenine hiç aldırmadan;
-”Teşekkürler,çok güzel olmuş, çok beğendim.” demiş.
Kral yeni elbiseleri ile gelmiş merasim alanına. Toplanan halk kralı çıplak görünce çok şaşırmışlar ama kimse cesaret edip de krala çıplak olduğunu söyleyememiş. Birden kalabalığın içinden genç bir çocuk haykırmış;
-“Kral çıplak!”
Bunu duyan halk gülmeye başlamış ve nihayet kral, geç olsa da gerçeği anlamış.
Durumumuzda bir fark olmadığını siz de görüyorsunuz herhalde. Hatta henüz gerçeği anlamadığımıza ve hala “her şey güzel olacak” , “çifte bayram yapacağız ” vb konuştuğumuza ve toplum olarak da böyle bir beklenti içindeysek de daha da vahim bir durumdayız.
Şimdi gelelim balçıkla bile sıvanamayacak gerçekliklere. Beklentilerin üzerindeki maskeleri çıkartıp, gelin https://scoperatings.com/#search/research/detail/163377EN ‘dan Avrupa Birliğinin ekonomik yaklaşımlarını temsil ettiği kabul edilen Alman derecelendirme kuruluşu Scope Ratings, 2020 raporuna bakalım. Burada Scope Ratings 2020 yılı ülkeler dış kırılganlık ve dayanıklılık raporununda, Türkiye’nin 63. Sıra ile sondan altıncı sırada olduğunu belirtiyor.
Nisan tarihli son güncellemeye göre Scope Ratings “riskli üçlü” olarak değerlendirdiği Arjantin, Türkiye ve Gürcistan ekonomilerini, ödemeler dengesinden kaynaklanan sorunlar ve döviz kuru oynaklığı gibi faktörler karşısında kırılgan olmakla kalmayıp, krizlere direnebilme kapasitesi yönünden de çok zayıf bulunduklarını kaydediyor ve “yatırım yapılamaz” olarak tanımlıyor. Yani Türkiye ekonomik olarak batma noktasında doğru gidiyor!
Eğitimdeki gerçekliğimizi görmek için de, Nature Index’in, dünyadaki üniversiteleri 1.Aralık.2018 – 30.Kasım.2019 tarihleri arasında yayınladıkları araştırma makalesine göre sıraladıkları https://www.natureindex.com/country-outputs/generate/All/global/All/score raporuna baktığımızda ise Amerika Üniversitelerinin 28330 adet makale ile 1. sırada yer aldığını görürken, Türkiye Üniversitelerinin ise 368 makale ile 39. Sırada yer aldığını görüyoruz. İran, Meksika, Arjantin üniversiteleri bile bizden daha iyi konumdalar. Memlekete mühendis, doktor, sanatçı, işletmeci, edebiyatçı, ekonomist, hukukçu vb her meslekten uzmanı yetiştiren üniversitelerimizde üretilen araştırmalar, makaleler ile birinci sıradaki Amerika ardında 77 kat fark var. İnsanları travmalardan, ülkeleri krizlerden koruyan gücün bilgiye dayalı yönetim becerisi olduğu gerçeğini görürsek, gelişmişlik düzeyi açısından da örnek olarak bir Amerika ile aramızda 70 misli fark olduğunu anlarız.
Ayrıca https://www.theguardian.com/international, https://www.bild.de/ vb. Avrupanın yüksek tirajlı gazetelerine baktığımızda, onların bile önümüzdeki 2-3 senelik geleceği riskli gördüklerini ve biran evvel alınacak önlemlerini sıraladıklarını görürüz. Peki biz geleceğe yönelik ne önlemler yapıyoruz ya da en azından kendi kendimize şunları soruyor muyuz?
Korona günleri bize ne öğretti, ne öğretiyor?
Her şeye rağmen ne yapabiliriz?
Bir daha böyle bir kriz olursa neyi farklı yaparım?
Şirketler olarak üretimimin durmaması için ne yapmalıydım?
En önemli konu olan eğitim sektöründe olanlar ise, eğitimi ve sınav sistemini her yerden öğrencinin ayağına ulaştırmak, eğitim sistemimi kalitesini düşürmeden devam ettirmek için ne yapmalıyım? Yani “Eğitim Yönetim Sistemi” denilen neymiş bir bakayım!
Başarılı yönetimin bir formülü vardır. O da Ölçülebilir, Tekrarlanabilir ve Yönetilebilir bir sistem kurmaktır. Bu da yönetimde “Beş Boşluk Modeline” göre öncelikle
Finans
Müşteri
İnsan Kaynakları
Eğitim
Süreç
Işlevlerini hem “gerekli ve yeterli kalitede yerine getirmek”, hem de “bu beş başlıkta yönetim yetkinliği olan yeteri kadar elemana sahip olmakla” olur. Ancak ondan sonra tüm bunları birleştiren bir üst düzey stratejik yaklaşıma sahip olunur ve her türlü sorun yönetilebilir hale gelir.
Özetlersek;
İlgisiz eğitim
Eğitimsiz bilgi
Bilgisiz beceri
Becerisiz yönetim
Yönetimsiz istikrarlı süreç
İstikrarlı süreçsiz, istikrarlı şirket ya da ülke olmaz!
WHO Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Pandemi” ilan edilen Corona Virüs (COVID-19) ün gündemimizi yoğun bir şekilde meşgul ettiği şu günlerde, öncelikle hepimize sağlıklı ve güzel bir yaşam diliyorum. Sonra da; yazının tam başlığını “SEKODAY / Uluslararası ve Ulusal Sağlık Sektörlerinde Sürdürülebilir Ekonomik Dayanışma Projeleri Platformu” şeklinde düşünmeniz dileğiyle, yazıma başlamak istiyorum.
WHO Dünya Sağlık Örgütü tarafından “Pandemi” ilan edilen Corona Virüs (COVID-19) ün gündemimizi yoğun bir şekilde meşgul ettiği şu günlerde, öncelikle hepimize sağlıklı ve güzel bir yaşam diliyorum. Sonra da; yazının tam başlığını “SEKODAY / Uluslararası ve Ulusal Sağlık Sektörlerinde Sürdürülebilir Ekonomik Dayanışma Projeleri Platformu” şeklinde düşünmeniz dileğiyle, yazıma başlamak istiyorum.
Bu başlıkta nerden çıktı derseniz? Ekotürk Tv “Sağlık Ekonomisi” program yapımcısı ve “2019 Yılının – En İyi Sağlık İletişimcisi” ödülu sahibi Sn. Serap Öcal’ın; tam da Corona’nın ülkemizde görüldüğü 11 Mart 2020 tarihinde, 1936 yılından bu yana “İlaç hammaddeleri tedarik zinciri” içinde yer alan YILBAK Ticaret A.Ş. ve “Kurumsal sosyal sorumluluktaki katkılarıyla” öne çıkan KRC Yönetim Dan. Ltd. Genel Koordinatörü olarak, yaptığı “program davetinden” diyebilirim!
Hemen anlayacağınız üzere, konumuz; Corona Virüs ve onun insan sağlığına olumsuz yöndeki yansımaları değil. Bu konuyu; tıp alanındaki uzmanlara ve doktorlara bırakmanın, daha doğru olacağı düşüncesindeyim! Ben de zaten tıp konusunda uzman değilim!.. J
Sağlık sektöründe tasarrufa yönelik ekonomik dayanışma projeleri
Kısaca, konumuz; özellikle sağlık sektöründe tasarrufa yönelik ekonomik dayanışma projeleri!
Sağlık sektörünün; bireylerin veya toplumun, sağlıklı olarak yaşamlarını idame ettirebilmeleri için, her türlü koruma ve tedavi edici faaliyetlerle gerçekleştirilen “Ülke veya Dünya Çapındaki bir Sistemler Bütünü” olduğu konusunda, hepimizin aynı fikirde olduğumuzu düşünüyorum!
Neticede çeşitli kaynaklara göre, 90-100 Trilyon $ lık dünya ekonomisi içindeki, 9-10 Trilyon $ lık ve ülkemizde de 45-50 Milyar $ lık bir pazardan, yani can/insan sağlığından bahsediyoruz!
Yani bir anlamda; sürdürülebilir sağlık ekonomisinden ve bu konularda “Stratejik Hedefler + Uluslararası ve Ulusal Politikalar + Ekonomik Şartlar + Sosyal ve Kültürel Farklar + Teknolojik Değişimler + Yasal Uygulamalar + Çevresel Faktörler + Maddi Kaynaklar + Destekler” dikkate alınarak geliştirilebilecek projelerden ve de bu projelerin uygulanabilir alternatiflerinden!..
Sağlık ekonomisi
Konuyla ilgili, Sayın Serap Öcal’ın belirttiği gibi “Sağlık Ekonomisi; ekonomi bilimi kapsamında kullanılan analiz ve tekniklerin, sağlık sektörüne uyarlanmasıdır. Sağlık ve ekonomi arasındaki ilişkinin üzerinde durulması gereken en önemli nokta; sağlık düzeyinde meydana gelen tüm gelişmelerin, toplumsal refah ve kalkınmışlık düzeyini önemli ölçüde etkilemesidir.
Sağlık ekonomisi; sağlık sektöründe kullanılan kaynakların verimliliğini sağlayan ve en uygun (optimal) düzeyde kaynak kullanımını amaçlayan bir disiplindir. Sağlık kurumlarının varlığını sürdürebilmeleri , büyük oranda sağlık hizmetlerinin minumum maliyetle ve de maksimum verimle sunumlarına, kaynaklarını etkin kullanmalarına bağlıdır.
Ülkelerin ve sağlık kurumlarının sağlık politikalarına yönelik temel amaçları; toplumun sağlık düzeyinin geliştirilmesi ve sağlık hizmetlerinin sunumunda adaletin sağlanabilmesidir.
Sağlık Ekonomisi’nin; Ar-Ge ve Klinik Araştırmalardan – İlaç ve Aşı Üretimine, Genel Sağlık Yatırımlarından – Hayat Sağlık Sigortalarına, Kaliteli Konfor ve Hizmet Sunumundan – Sağlık Turizmine, Medikal Ürünlerden – Tıp Sarf Malzemelerine, birçok alt sektörü de kapsayan çok disiplinli bir yapıya sahip olması, konunun önemini bir kez daha ortaya koyuyor!..” şeklindeki açıklamalarına, tamamen katılarak “SEKODAY PLATFORMU”nu sizlerle paylaşmak istiyorum.
[Bu noktada yola çıkış amacımız, zamanlama olarak denk gelen Sayın Prof. Dr. Acar Baltaş’ın, Dünyada ve Ülkemizde “Corona Salgını” başladıktan sonra yazdığı makalesinde değindiği gibi,
“Hayat bize beklemediğimiz sürprizler yapıyor ve hepimizi yeni durumlara uyum sağlamaya zorluyor. Hızla gelişen olaylar, koşulları veya birkaç gün önce alınan kararları geçersiz kılıyor.”
Bu nedenle de; taşın altına biraz olsun elimizi sokmak adına, daha önce de belirttiğimiz gibi dünyada 9-10 trilyon $ ülkemizde de 45-50 milyar $ civarında olan sağlık ekonomisinde, daha mutlu bir gelecek için önce insan sonrada tüm canlıların sağlığına yönelik alternatifler içinde, projelerin kapasitesine ve büyüklüğüne göre… Dünya Sağlık Örgütleri + Sağlık Bakanlıkları + İlaç Firmaları + Üniversiteler + Devlet – Şehir / Hastaneleri ve Özel Hastaneler + İlaç – Medikal – Sarf / Sektör Dernekleri ve Sendikaları + Sağlık Yönetimi ve Hasta Dernekleri + Hayat Sigorta Şirketleri + Tabipler ve Eczacılar Birlikleri + Sosyal Güvenlik Kurumları ile işbirliği içinde katkıda bulunmak ve de iz bırakmaktır!]
Neden derseniz?
Her türlü inanca ve Maslow Teorisine saygı duyarak, Dünya’ya kurulduğu günden bugüne kadar, toplumsal gereksinimler çerçevesinde; yeme + içme + giyinme + barınma + üreme ihtiyaçlarından başlayarak, aidiyet duygusuna ve güvenceye, bilgi edinme ve öğrenmeye, tarımsal gelişime, ulaşıma, savunma/savaş güçlerine bağlı endüstriyel gelişmelere, kısaca sağlıklı, mutlu, güvenli ve umutlu bir yaşama “ekonomiler”in yön verdiği konusunda, aynı görüşlerde olduğumuzun bilinciyle… Ve de bu ekonomilerde, en önde olan sektörlerin başında; silah + ilaç + enerji + teknolojı + tarım + çevre + Vs. sektörlerinin geldiğini hepimiz biliyoruz. Neticede şimdiye kadar hep söylendiği şekliyle; Dünya Ekonomisi’ne, 2 ana sektörün yön verdiği konusunda herkes mutabıktı!.. 1) Silah Sektörü! 2) İlaç Sektörü!
Ta ki… Gelmişiyle – geçmişiyle insanoğlunun ne kadar acz içine olabileceğini ortaya koyan “Covid-19” Virüsü’nün; 2019 yılı sonlarına doğru Çin / Wuhan’dan yola çıkıp, 2020 yılı ilk çeyreğinde yani 3-4 ay içinde tüm dünyada tek gündem maddesi olana kadar!..
Dolayısıyla her zaman söylendiği gibi “Her şeyin Başı Sağlık” (Yani; silah, savunma, enerji, politikalarda dünya ülkesi olmak + G-8, G-20 filan hikaye… J) Ve tabii ki, proje platformu konumuz da, insanlığın ve dünyanın geleceği, yani “Sağlık Sektörü ve Sağlık Ekonomisi”!
Bu projenin oluşumunda; Sn. Serap Öcal’a, Sn. Sunay Yükselir’e, Sn. Prof. Dr. Ali ve Mehmet Emre’ye, Sn. Doç. Dr. Emre Atılgan’a, Sn. Ziya İmer ve Sn. İsmet Soykan’a özel teşekkürler!..
Nisan ayı başlarında, Covid-19 ile mücadele kapsamında; Ankara Sanayi Odası + Ticaret Odası + Ticaret Borsası + Sivil Toplum Kuruluşları + Özel Şirketler’in desteğiyle ödüllendirilen ve 150 proje arasından derece alarak, Sayın Afşin Yurdakul’un “HT 360” Programına konuk oldukları zaman izlediğim “Coronathon Türkiye” girişincilerinden, programda detayları sunulan 4 proje
sahibi (Cem Leon Menase + Bülent Bingöl + Efe Kart + Alperen Keleş) ile diğer “İlk 12” arasına girerek, ödül almaya hak kazanan tüm gençlerimizi içtenlikle kutlamak istiyorum.
Bu tür çalışmalar ve projeler; son yıllarda özellikle TeleTıp veya DijiTıp olarak gündemde yer almasına rağmen, coronavirüs sayesinde öncelikle spesifik konularda hız kazanmaya başladı.
Popüleritesini koruyan ve korumaya devam eden Endüstri 4.0 ile ilgili, yaklaşık 2-3 yıl önce yazdığım e-makalede değindiğim “E-Doktor + Tanı + Teşhis + Tedavi” uygulamaları hastaneler ve doktorlar tarafından hemen devreye sokuldu. (Tüm proje girişimcilerimizin dikkatine! J) Bu konularda teknolojik öngörüleri ve destekleri nedeniyle, saygıdeğer Sn. Faruk Eczacıbaşı, Sn. Engin Ataman, Sn. Ali Rıza Ersoy ve Sn. Tayf Grundig Grünberg’e, içten teşekkürlerimle!..
Son olarak da, yine sevgili dostum Dr. Mutlu Topal’ın, Lokman Hekim Üniversitesi Temsilcisi olarak, toplam 50 adet ayni ve nakdi destekçi arasında yer aldığı “Türkiye Covid-19 Ortak Akıl Platformu”; girişimci projelerin, mentorlukları ve online eğitimleri dahil olmak üzere, çeşitli evrelerine göre değerlendirildiği ve desteklendiği, proje duyurusu mükemmeldi. (Linkedin)
Bu projelerde girişimciler, ödül olarak açıklanan rakamları, paydaş resmi / özel kurumlardan alabiliyorlar. Ancak projelerin sürdürülebilir olması içinde düzenli akar kaynaklara ihtiyaç var!
Ben, bu noktada; tüm sağlık sektörüne yönelik, basit bir “kaynak”tan bahsetmek istiyorum!..
Ülkemizde yıllık 3-5* Milyar adet civarı satılan ilaç kutularını dikkate alarak, sektörel anlamda yaptığımız ortak bir çalışma platformunda, çevre bilincine katkı amacıyla, tüm ilaç kutularının içinde bulunan prospektüslerin; üreticilerinin veya ülkemizdeki temsilcilerinin web sitesinde yayınlanarak ve de teknolojik imkânı olmayan tüketiciler için de “Eczaneler” tarafından, satış esnasında “Çıktı” alınarak hastaya verilmesi şeklinde, tamamen tasarrufa gidilmesi projesi ile 1 yılda en az 40…- TL** lık, sürdürülebilir bir kaynak yaratmak mümkün! Ne dersiniz?
Www.Sekoday.Org a katkılarından dolayı; Sn. Gülsen Semiramis Tola’ya, Sn. Bozkurt ve Nevin Tezel’e, Sn. A. Kerem Yılmazer ve Sn. Rüya Küçükyalı’ya, Sn. Güven ve Fatoş Sevin’e, Sn. Ergin Öncül ve Sn. Ergil Olgun’a, Sn. Oktay Cumhur Akkent ve Sn. Nihat Mındıkoğlu’na, Sn. A. Yalçın Atay’a, Sn. Gürel Korur’a, Sn. Kaya Mutlugil’e, Sn. A. Hasan ve Ali Şükrü Aydın’a, Sayın Gülöz Gökçen’e, Sn. Ali Atilla Sezer’e, Sn. Salime Hn + Sn. Kudret Hn ve Sn. Salih Sürün’e, Sn. Erol ve Şahika Baruter’e, Sn. Hulusi Parek ve Osman Nuri Pirinçioğlu’na, en içten teşekkürlerimle!..
Sevgi ve saygılarımla… (* Normal + Eşdeğer + Jenerik İlaç Toplamı x ** 1 Kutu İçin 0.01 TL) Ali Rıza DEĞER[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]
Önemli iç ve/veya dış faktörlerin veya daha küçük olayların artmasıyla tetiklenen
Firma çapında, çok işlevli bir etkiye sahip
Günlük operasyonlarda bile bozulma yaratan
Maddi / manevi (itibar vb) zarar/hasar potansiyeli olan olayları kastettiğimi belirtmeliyim.
Peki bugün yaşadıklarımızı, yine de işletmelerimizi geliştirmek veya en azından bu işin içinden güvenle çıkmak doğrultusunda nasıl değerlendirebiliriz? Olaya bir de çözüm yönünden, farklı bir pencereden bakalım. Her şeye rağmen ne yapabiliriz?
Bu dönemde işletmelerde cevap aranması gereken soruların bir kısmına bakalım:
İşletmeler, virüs hakkında gelen bilgileri nasıl doğrulayabilir?
Süreçleri etkileyecek hangi verilerin bilinmesi önemlidir ve doğru kararların verilmesinde doldurulması gereken boşluklar nelerdir?
Salgın devam ederse, bu durum işin sürdürülebilirliği açısından başka ne gibi riskler yaratacaktır?
COVID-19’dan etkilenen işçilerin güvenliği birinci öncelikli olmakla birlikte, şirket bünyesinde kriz sürecinin yönetimi ve paydaşlarla iletişim gibi diğer temel unsurlar da dahil olmak üzere etkilenen/etkilenebilecek noktalar nelerdir? Vb…
Virüs kısa bir zaman dilimi için bile hayatımızda olsa (ki durum öyle gözükmüyor) işletmelerin yönetmesi gereken zor sorunlar mevcut.
COVID-19’a yanıt olarak birçok şirket acil durum planlarını hızla geliştirirken, bazıları sıfırdan başlıyor. Krizin şiddetini ve uzun vadeli etkilerini tam olarak anlamak için henüz erken de olsa, işletmelerin durumu iyileştirmek için atabilecekleri birkaç adım var. PwC’nin 2019’da çeşitli sektörlerdeki iş liderleri ile yaptığı Küresel Kriz Anketi çalışmasından çıkan raporda, bazı şirketlerin krizden sonra daha güçlü, hatta gelir artışı ile çıktığını; bazılarının ise çabalarının boşa gittiğini görüyoruz.
Peki şirketler şimdi ne yapmalı?
Özel bir kriz ekibi oluşturun : Şirketler içinde icra kurulu, yönetim kurulu gibi yapılar olsa da, COVID-19 gibi bir kriz, her işletmeyi baştan sona etkiler ve sürekli meşgul eder. O sebeple, bu kurullar içinden seçilmiş kişilerin de olduğu ama farklı bir üst düzey kriz ekibi ile olayı 7 x24 denetim ve kontrolde tutmak atılacak ilk adım olmalıdır. Ondan evvel böyle bir ekibin hazırlığı, eğitimi ve diğer ekipler ile uyumu, işbirliğinin çapraz testlerle değerlendirilmesi başarılı sonucun anahtarıdır. Ekibin her üyesi – yöneticiden aşağıya – kimin ne yaptığını bilmelidir. Henüz böyle bir çalışma yapmadıysanız, bir an önce ekibinizi hazırlayın, ekip üyelerinin görev tanımlarını belirleyin ve onları eğitin.
Gerçek veriler ışığında risklerinizi hesaplayın: Güvenilir veriler hem kriz planlamasını hem de müdahaleyi destekler. Eğer akıllı bir şirketseniz zaten risklerinizi gerçek ve anlık verileriniz ışığında yapabiliyorsunuzdur. Yani kurumunuzun dijital hafızasını oluşturmuşsunuz demektir. Biraz daha açarsam yani son 10 senelik, 20 senelik üretim, planlama, satış, insan kaynakları, muhasebe & finans , depo vb tüm departmanlarınıza ait verilerinizi entegre bir şekilde tek bir veri tabanında tutuyorsunuz ve anlık olarak maliyetlerinizi, karlılığınızı geçmiş senelerle karşılaştırmalı olarak raporlayabiliyorsunuz demektir. Bunu yapabiliyorsanız 3 ay, 5 ay vb satış yapamama, üretim yapaMAMA vb durumlardaki kar-zararınızı da görebilirsiniz. Olası kötü senaryolarınızı gerçek veriler ışığında hazırlayarak risklerinizi hesaplayın. Uzun vadeli yol haritalarınızı piyasa gerçeklerine göre hesaplayın.
Kriz yönetim planı oluşturun : Oluşturduğunuz kötü senaryolar çerçevesinde süreçlerinizde (süreçlerin durmasının olası etkileri /zararları), insan kaynağınızda (çalışanlarınıza hastalık bulaşması, çalışamamaları, insan kaynağınızın süreçlerden çekilmesi vb problemler), müşterilerinizde (Müşterilere ulaşamayan hizmet/ürün, müşterilerinizden gelemeyen ödeme, çalışmayan tedarikçi vb problemler) oluşabilecek krizlerin yönetim planlarını oluşturun. Örnek olarak; üretimdeki gecikmeler, yurtdışı hammadde alışlarının yapılamaması, yakın dönem gelirlerindeki kârlılığın optimize edilmesi veya sözleşme şartlarının karşılanması için müşteri tahsislerinin düzenlenmesi gibi hususlara yönelik yönetim planları oluşturun.
Kriz İletişimi: Kriz planı bilgisinin kurum içinde şeffaflıkla akışı ve herkesin de bu gerçekliğe güvenmesi önemlidir. Güçlü veriler ışığında kısa, orta ve uzun vadeli farklı risk senaryoları oluşturmak ve bu senaryolara göre olası etkiler araştırılarak yapılan kriz planlamaları firmaları güçlendirir. Yapılan araştırmalar, kriz sonrası daha iyi bir yerde bulunan firmaların dörtte üçünün kriz sırasında gerçekleri doğru bir şekilde ortaya koymanın öneminin güçlü bir şekilde algılandığını göstermektedir. Gerçekleri doğru ve hızlı bir şekilde topladıkları verilerle algılayan ve müdahale stratejilerini bu gerçek verilerle belirleyenlerin krizlerden başarı ile çıktıklarını göstermiştir.
Dahili ve harici işbirlikçileriniz olsun: Kriz müdahalelerinin merkezinde üç kilit katılımcı ekip bulunmaktadır.
Halkla ilişkiler ve iletişim ekipleri : Kuruluşun mesajlaşmasını dahili ve harici olarak geliştirmek, iletişim dilini pozitifte tutmak ve iletmekten sorumludurlar
Yasal ve düzenleyici ekipler : Kurum adına Yasal olabilecek riskleri öngörebilmek ve korunmak için gerekli önlemleri almak ve var olan hukuki riskleri de anlamak ve uygun yanıtlar hakkında tavsiyelerden sorumludurlar.
Operasyonel müdahale ekipleri : Diğer iki grubun işlerini yapmak için ihtiyaç duyduğu gerçekleri saptamak da dahil olmak üzere diğer her şeyi ele alırlar. İletişimin, yasal ve operasyonel ekipler arasında ihtiyaç duyulan yakın seviyede durması her zaman kolay değildir.
Paydaş iletişim stratejisi oluşturma : Bir şirketin kriz sırasında iletişimi doğru ve şeffaf olmalıdır. Mesajlarda tüm paydaşlara hitap etmek önemlidir. Geçmiş krizlerde, bazı şirketlerin ticari müşteriler veya tedarikçiler gibi diğerlerini ihmal ederlerken, belirli yatırımcı gruplarına odaklandıklarını gördük. İletişim stratejinizin bir kısmı kuşkusuz iş gücünüzün güvenliğini sağlamaya odaklanacaktır. Çalışanlarınız veya potansiyel olarak etkilenen topluluklara göstereceğiniz liderlik, sağlayacağınız motivasyon ve sahiplenme birlikteliğinizi, ekip ruhunuzu güçlendirecek ve zorlukları aşmanızda büyük destek olacaktır.
İnsan Kaynakları politikalarınızı, yönetmelik ve prosedürlerinizi, ilk yardım planlarınız da dahil olmak üzere şimdi bir daha inceleyin ve gerekli düzenlemeleri yapmak ve uygulamak için yollar oluşturun. Bu durumda İnsan Kaynakları departmanlarına/sorumlularına büyük işler düşmektedir. Hala insan kaynakları departmanları olmayan, insan kaynağı yönetim biliminin farkında olmayan şirketlerin ise bir an evvel bu yapıya geçmeleri gerekmektedir.
Birçok şirket, çalışanların uzaktan çalışmasına olanak tanıyan düzenlemeleri desteklemek için Bilgi Teknolojileri altyapılarını güçlendirmektedir. Evden çalışmaya imkan veren teknolojik ve mental yapıya geçilmesi önemlidir.
Endüstri 4.0’ı ve getirdiği çözümleri inceleyerek kurumunuzda nasıl kullanabileceğinize dair ar-ge ekipleri oluşturun ve beyin fırtınaları yaparak yeni fikirler üretin. Hem sonraki krizlere, hem de dijital dönüşüme ne kadar hazır olduğunuzu görmek için “sistemden insanı çekerseniz” ne olduğunu, ne yapabildiğinizi görün.
Yeni iş modelleri geliştirin. İnovatif olun.
Sonuçta şunu bilmeliyiz ki, yaşanan Koronavirüs pandemisi iş kültürümüzü de, belki yaşam kültürümüzü de sonsuza dek değiştirecek. Bu krizden “başa baş noktasında” çıkmayı beceren firmalar şunu bilmelidir ki, değişen iş dünyanın değişen rekabet koşullarına ve dijital dönüşüme çok daha kolay adapte olabilecek ve sürdürülebilir başarı adına büyük bir adım atmış olacaklardır.
Şimdiye kadar “Yarınlarımız garanti altında olsun, aman geleceğimizi güvence altına alalım vb” düşünceler ile hep belli çerçevelere, kurallara ve alışkanlıklara bağlı kalarak, içinde bulunduğumuz toplumsal organizmanın bizi sürüklediği doğrultuda yaşadık. Aynen yüksek bir debide gürül gürül akan bir derenin üzerinde oraya – buraya sürüklenen bir yaprak gibi. Şimdi mecburen durduk, durdurulduk. Sessizliği yaşıyor, yaşamı dışardan ve kendimizi içerden seyrediyoruz mecburen :). Kendisinden kaçarcasına yaşama kaçan insanoğluna, Korona “evinde kal, özünde kal” diyerek bizi kendi öz varlığımızla baş başa bıraktı. Şimdiye kadar içinde bulunduğu AN’dan ve kendinden kaçan insan birden bire, ne yapacağını bilmediği kendisi ve geleceğin belirsizlikleri ile baş başa kaldı. Evet bana hediye edilen bu zamanda kendim ile ne yapacağım?
İşte, Yeni bir yaşama ve yeni insana hazırlandırıldığımız bu günlerde, içinde bulunduğumuz kaosun, hengamenin getirdiği “Belirsizlikler” ve bunun çıktısı olabilecek endişe duyguları ile baş edebilmemiz için sizlere 10 öneri :
Hayat seni yıkmadan sen kurallarını yık! “Düşünceler duyguları, duygular davranışları, davranışlar alışkanlıkları, alışkanlıklar kaderimizi oluşturur.” Düşünceni yık, kaderin değişsin!
En kötüye hazırlıklı ol. Risk planlarını yap. Daha iyisi olursa mutlu olursun.
Alışkanlıklarının ötesine geç. Yeni alışkanlıklar oluştur. Değişimlere kolay adapte olmanı sağlar.
Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, bunu bil. Ekonomik, sosyolojik, teknolojik ve psikolojik olumlu – olumsuz birçok değişiklik bizi bekliyor. Önceden kabul edersen, kavga etmez, zorlanmaz ve şaşırmazsın.
Yaşamak ve VAR olmak arasındaki farkı DÜŞÜN ve ANLA! Birinde oyuncusundur ve hayat seni yönetir, diğerinde yönetmensindir ve sen hayatını yönetirsin!
Kafandaki kaosu durdurmak için Meditasyon yap! Düşünmeyi düşün! Hatta hiç düşünmemeyi dene! Dur!
Özellikle bu sıkıntılı dönemi kendini ve yaşamını dönüştürmek için kullan. Biliyorsun Konfor insanı çürütür. İnsanı yani önce kendini ve hayatı daha iyi tanımak için psikoloji, felsefe, ezoterizm, tasavvuf, ontoloji (varlık bilimi) gibi disiplinleri araştır ve oku. Onlar bügünler için var!
Önemsiz bir hayvan olarak yola çıkan ama tanrılar katına ulaşmaya çalışırken kendi varlığını ve doğayı yok etmeye kalkan insanoğluna, dışardaki tüm yaşamını durdurarak cevap veren Korona bize ne anlatıyor acaba? Hayattan gelen tesirlere göre yaşayan insan yok olur, kaybolur ama KENDİNİ hatırlayan, ÖZÜNÜ keşfeden insan ise varoluşuna kattığı ANLAM ile ölümsüz olur.
Bağlanmadan yaşa! Aynen Can Yücel’in şiirinde de dediği gibi
Bağlanmayacaksın
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin. İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. “O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan bir şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Önemli iç ve/veya dış faktörlerin veya daha küçük olayların artmasıyla tetiklenen
Firma çapında, çok işlevli bir etkiye sahip
Günlük operasyonlarda bile bozulma yaratan
Maddi / manevi (itibar vb) zarar/hasar potansiyeli olan olayları kastettiğimi belirtmeliyim.
Peki bugün yaşadıklarımızı, yine de işletmelerimizi geliştirmek veya en azından bu işin içinden güvenle çıkmak doğrultusunda nasıl değerlendirebiliriz? Olaya bir de çözüm yönünden, farklı bir pencereden bakalım. Her şeye rağmen ne yapabiliriz?
Bu dönemde işletmelerde cevap aranması gereken soruların bir kısmına bakalım:
İşletmeler, virüs hakkında gelen bilgileri nasıl doğrulayabilir?
Süreçleri etkileyecek hangi verilerin bilinmesi önemlidir ve doğru kararların verilmesinde doldurulması gereken boşluklar nelerdir?
Salgın devam ederse, bu durum işin sürdürülebilirliği açısından başka ne gibi riskler yaratacaktır?
COVID-19’dan etkilenen işçilerin güvenliği birinci öncelikli olmakla birlikte, şirket bünyesinde kriz sürecinin yönetimi ve paydaşlarla iletişim gibi diğer temel unsurlar da dahil olmak üzere etkilenen/etkilenebilecek noktalar nelerdir? Vb…
Virüs kısa bir zaman dilimi için bile hayatımızda olsa (ki durum öyle gözükmüyor) işletmelerin yönetmesi gereken zor sorunlar mevcut.
COVID-19’a yanıt olarak birçok şirket acil durum planlarını hızla geliştirirken, bazıları sıfırdan başlıyor. Krizin şiddetini ve uzun vadeli etkilerini tam olarak anlamak için henüz erken de olsa, işletmelerin durumu iyileştirmek için atabilecekleri birkaç adım var. PwC’nin 2019’da çeşitli sektörlerdeki iş liderleri ile yaptığı Küresel Kriz Anketi çalışmasından çıkan raporda, bazı şirketlerin krizden sonra daha güçlü, hatta gelir artışı ile çıktığını; bazılarının ise çabalarının boşa gittiğini görüyoruz.
Peki şirketler şimdi ne yapmalı?
Özel bir kriz ekibi oluşturun : Şirketler içinde icra kurulu, yönetim kurulu gibi yapılar olsa da, COVID-19 gibi bir kriz, her işletmeyi baştan sona etkiler ve sürekli meşgul eder. O sebeple, bu kurullar içinden seçilmiş kişilerin de olduğu ama farklı bir üst düzey kriz ekibi ile olayı 7 x24 denetim ve kontrolde tutmak atılacak ilk adım olmalıdır. Ondan evvel böyle bir ekibin hazırlığı, eğitimi ve diğer ekipler ile uyumu, işbirliğinin çapraz testlerle değerlendirilmesi başarılı sonucun anahtarıdır. Ekibin her üyesi – yöneticiden aşağıya – kimin ne yaptığını bilmelidir. Henüz böyle bir çalışma yapmadıysanız, bir an önce ekibinizi hazırlayın, ekip üyelerinin görev tanımlarını belirleyin ve onları eğitin.
Gerçek veriler ışığında risklerinizi hesaplayın: Güvenilir veriler hem kriz planlamasını hem de müdahaleyi destekler. Eğer akıllı bir şirketseniz zaten risklerinizi gerçek ve anlık verileriniz ışığında yapabiliyorsunuzdur. Yani kurumunuzun dijital hafızasını oluşturmuşsunuz demektir. Biraz daha açarsam yani son 10 senelik, 20 senelik üretim, planlama, satış, insan kaynakları, muhasebe & finans , depo vb tüm departmanlarınıza ait verilerinizi entegre bir şekilde tek bir veri tabanında tutuyorsunuz ve anlık olarak maliyetlerinizi, karlılığınızı geçmiş senelerle karşılaştırmalı olarak raporlayabiliyorsunuz demektir. Bunu yapabiliyorsanız 3 ay, 5 ay vb satış yapamama, üretim yapaMAMA vb durumlardaki kar-zararınızı da görebilirsiniz. Olası kötü senaryolarınızı gerçek veriler ışığında hazırlayarak risklerinizi hesaplayın. Uzun vadeli yol haritalarınızı piyasa gerçeklerine göre hesaplayın.
Kriz yönetim planı oluşturun : Oluşturduğunuz kötü senaryolar çerçevesinde süreçlerinizde (süreçlerin durmasının olası etkileri /zararları), insan kaynağınızda (çalışanlarınıza hastalık bulaşması, çalışamamaları, insan kaynağınızın süreçlerden çekilmesi vb problemler), müşterilerinizde (Müşterilere ulaşamayan hizmet/ürün, müşterilerinizden gelemeyen ödeme, çalışmayan tedarikçi vb problemler) oluşabilecek krizlerin yönetim planlarını oluşturun. Örnek olarak; üretimdeki gecikmeler, yurtdışı hammadde alışlarının yapılamaması, yakın dönem gelirlerindeki kârlılığın optimize edilmesi veya sözleşme şartlarının karşılanması için müşteri tahsislerinin düzenlenmesi gibi hususlara yönelik yönetim planları oluşturun.
Kriz İletişimi: Kriz planı bilgisinin kurum içinde şeffaflıkla akışı ve herkesin de bu gerçekliğe güvenmesi önemlidir. Güçlü veriler ışığında kısa, orta ve uzun vadeli farklı risk senaryoları oluşturmak ve bu senaryolara göre olası etkiler araştırılarak yapılan kriz planlamaları firmaları güçlendirir. Yapılan araştırmalar, kriz sonrası daha iyi bir yerde bulunan firmaların dörtte üçünün kriz sırasında gerçekleri doğru bir şekilde ortaya koymanın öneminin güçlü bir şekilde algılandığını göstermektedir. Gerçekleri doğru ve hızlı bir şekilde topladıkları verilerle algılayan ve müdahale stratejilerini bu gerçek verilerle belirleyenlerin krizlerden başarı ile çıktıklarını göstermiştir.
Dahili ve harici işbirlikçileriniz olsun: Kriz müdahalelerinin merkezinde üç kilit katılımcı ekip bulunmaktadır.
Halkla ilişkiler ve iletişim ekipleri : Kuruluşun mesajlaşmasını dahili ve harici olarak geliştirmek, iletişim dilini pozitifte tutmak ve iletmekten sorumludurlar
Yasal ve düzenleyici ekipler : Kurum adına Yasal olabilecek riskleri öngörebilmek ve korunmak için gerekli önlemleri almak ve var olan hukuki riskleri de anlamak ve uygun yanıtlar hakkında tavsiyelerden sorumludurlar.
Operasyonel müdahale ekipleri : Diğer iki grubun işlerini yapmak için ihtiyaç duyduğu gerçekleri saptamak da dahil olmak üzere diğer her şeyi ele alırlar. İletişimin, yasal ve operasyonel ekipler arasında ihtiyaç duyulan yakın seviyede durması her zaman kolay değildir.
Paydaş iletişim stratejisi oluşturma : Bir şirketin kriz sırasında iletişimi doğru ve şeffaf olmalıdır. Mesajlarda tüm paydaşlara hitap etmek önemlidir. Geçmiş krizlerde, bazı şirketlerin ticari müşteriler veya tedarikçiler gibi diğerlerini ihmal ederlerken, belirli yatırımcı gruplarına odaklandıklarını gördük. İletişim stratejinizin bir kısmı kuşkusuz iş gücünüzün güvenliğini sağlamaya odaklanacaktır. Çalışanlarınız veya potansiyel olarak etkilenen topluluklara göstereceğiniz liderlik, sağlayacağınız motivasyon ve sahiplenme birlikteliğinizi, ekip ruhunuzu güçlendirecek ve zorlukları aşmanızda büyük destek olacaktır.
İnsan Kaynakları politikalarınızı, yönetmelik ve prosedürlerinizi, ilk yardım planlarınız da dahil olmak üzere şimdi bir daha inceleyin ve gerekli düzenlemeleri yapmak ve uygulamak için yollar oluşturun. Bu durumda İnsan Kaynakları departmanlarına/sorumlularına büyük işler düşmektedir. Hala insan kaynakları departmanları olmayan, insan kaynağı yönetim biliminin farkında olmayan şirketlerin ise bir an evvel bu yapıya geçmeleri gerekmektedir.
Birçok şirket, çalışanların uzaktan çalışmasına olanak tanıyan düzenlemeleri desteklemek için Bilgi Teknolojileri altyapılarını güçlendirmektedir. Evden çalışmaya imkan veren teknolojik ve mental yapıya geçilmesi önemlidir.
Endüstri 4.0’ı ve getirdiği çözümleri inceleyerek kurumunuzda nasıl kullanabileceğinize dair ar-ge ekipleri oluşturun ve beyin fırtınaları yaparak yeni fikirler üretin. Hem sonraki krizlere, hem de dijital dönüşüme ne kadar hazır olduğunuzu görmek için “sistemden insanı çekerseniz” ne olduğunu, ne yapabildiğinizi görün.
Yeni iş modelleri geliştirin. İnovatif olun.
Sonuçta şunu bilmeliyiz ki, yaşanan Koronavirüs pandemisi iş kültürümüzü de, belki yaşam kültürümüzü de sonsuza dek değiştirecek. Bu krizden “başa baş noktasında” çıkmayı beceren firmalar şunu bilmelidir ki, değişen iş dünyanın değişen rekabet koşullarına ve dijital dönüşüme çok daha kolay adapte olabilecek ve sürdürülebilir başarı adına büyük bir adım atmış olacaklardır.
Şimdiye kadar “Yarınlarımız garanti altında olsun, aman geleceğimizi güvence altına alalım vb” düşünceler ile hep belli çerçevelere, kurallara ve alışkanlıklara bağlı kalarak, içinde bulunduğumuz toplumsal organizmanın bizi sürüklediği doğrultuda yaşadık. Aynen yüksek bir debide gürül gürül akan bir derenin üzerinde oraya – buraya sürüklenen bir yaprak gibi. Şimdi mecburen durduk, durdurulduk. Sessizliği yaşıyor, yaşamı dışardan ve kendimizi içerden seyrediyoruz mecburen :). Kendisinden kaçarcasına yaşama kaçan insanoğluna, Korona “evinde kal, özünde kal” diyerek bizi kendi öz varlığımızla baş başa bıraktı. Şimdiye kadar içinde bulunduğu AN’dan ve kendinden kaçan insan birden bire, ne yapacağını bilmediği kendisi ve geleceğin belirsizlikleri ile baş başa kaldı. Evet bana hediye edilen bu zamanda kendim ile ne yapacağım?
Yeni dünyaya uyum sağlamak
İşte, Yeni bir yaşama ve yeni insana hazırlandırıldığımız bu günlerde, içinde bulunduğumuz kaosun, hengamenin getirdiği “Belirsizlikler” ve bunun çıktısı olabilecek endişe duyguları ile baş edebilmemiz için sizlere 10 öneri :
Hayat seni yıkmadan sen kurallarını yık! “Düşünceler duyguları, duygular davranışları, davranışlar alışkanlıkları, alışkanlıklar kaderimizi oluşturur.” Düşünceni yık, kaderin değişsin!
En kötüye hazırlıklı ol. Risk planlarını yap. Daha iyisi olursa mutlu olursun.
Alışkanlıklarının ötesine geç. Yeni alışkanlıklar oluştur. Değişimlere kolay adapte olmanı sağlar.
Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, bunu bil. Ekonomik, sosyolojik, teknolojik ve psikolojik olumlu – olumsuz birçok değişiklik bizi bekliyor. Önceden kabul edersen, kavga etmez, zorlanmaz ve şaşırmazsın.
Yaşamak ve VAR olmak arasındaki farkı DÜŞÜN ve ANLA! Birinde oyuncusundur ve hayat seni yönetir, diğerinde yönetmensindir ve sen hayatını yönetirsin!
Kafandaki kaosu durdurmak için Meditasyon yap! Düşünmeyi düşün! Hatta hiç düşünmemeyi dene! Dur!
Özellikle bu sıkıntılı dönemi kendini ve yaşamını dönüştürmek için kullan. Biliyorsun Konfor insanı çürütür. İnsanı yani önce kendini ve hayatı daha iyi tanımak için psikoloji, felsefe, ezoterizm, tasavvuf, ontoloji (varlık bilimi) gibi disiplinleri araştır ve oku. Onlar bügünler için var!
Önemsiz bir hayvan olarak yola çıkan ama tanrılar katına ulaşmaya çalışırken kendi varlığını ve doğayı yok etmeye kalkan insanoğluna, dışardaki tüm yaşamını durdurarak cevap veren Korona bize ne anlatıyor acaba? Hayattan gelen tesirlere göre yaşayan insan yok olur, kaybolur ama KENDİNİ hatırlayan, ÖZÜNÜ keşfeden insan ise varoluşuna kattığı ANLAM ile ölümsüz olur.
Bağlanmadan yaşa! Aynen Can Yücel’in şiirinde de dediği gibi
Bağlanmayacaksın
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin. İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak. “O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan bir şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Türkiye’ye Nobelli bilim insanları ile ünlü yabancı konuşmacıları getirmesiyle tanınan, yanı sıra içeriği güçlü yerli konuşmacıları temsil eden İndeks Konuşmacı Ajansı Başkanı Yaprak Özer’e göre, konuşmacı olmak tıpkı yazarlık gibi bir meslek. Konuşmacı olmak için de belli bir konuya adanmış olmak, o konuda uzman olmak ve konu hakkında kitap, makale gibi ürünler vermiş olmak gerekiyor.
Konu Çeşitliliği
Çağın doğası gereği konuşmacılar kadar konuların da çeşitlendiğini ve derinleştiğini, bunun sonucu olarak da sektörün büyüme ivmesinin arttığını ifade eden Özer şunları aktarıyor: “5-6 sene önce etkinliklere sadece portföyümüzdeki isimleri sunardık. Ancak günümüzde portföy ile sınırlı kalmak mümkün değil. Bir gazeteci gibi sürekli araştırma yapıp yeni konuşmacılar çıkartıyoruz. Bilgi çok hızlandı ve insanlar internet aracılığıyla dünyanın dört bir yanındaki bilgiye anlık ulaşabiliyor. Konuşmacının spesifik bir alanda internette ya da medyada olmayan bilgiye sahip olması bekleniyor. Mesela blokzincir konusunda konuşacak tek bir isim yeterli değil. İşin finans kısmında bir isim, geleceğiyle ilgili başka bir isim, hukuki boyutuyla, siyasi boyutuyla ya da teknik kısmıyla ilgili başka bir isim konuşabilir.”
Küçük ve dijital gruplar
Eskiden örneğin Lütfi Kırdar’ı doldurmak önemliydi, sonra 10-20 kişilik özel katılımlı üst düzey şirket toplantılarına konuşmacı davet edildiğini belirten Özer, iş dijitale döndü. Uzaktan her an, her yerde. “Sadece yerli konuşmacılar değil, bu küçük toplantılara artık yabancı konuşmacılar da davet ediliyor” diyor.
Katılımcıların sofistike bilginin peşinde olduğuna işaret eden Özer’e göre, son dönemin en popüler konuları sağlık, teknoloji, fütürizm, kripto finansal enstrümanlar, ekonomi, jeo strateji, nöro pazarlama, Çin ve büyük veri. Bu başlıklar ve daha detaylandırılmış alt kırılımlarına kategori bölümünden ulaşmak mümkün.
Bugün 3. Dünya Savaşı yaşadığımızı ifade eden Özer, “Soğuk Savaş’dan sonra jeo strateji uzmanları göz önünden çekilmişlerdi, şimdi adeta intikam alıyorlar. Yeniden doğdular. Güvenlik, enerji siyaseti konularında uzman konuşmacılara talep arttı. Türk konuşmacılara da başka coğrafyalarda talep oluyor.” diyor.
Doğan Taşkent, girişimcilikte başarılı olmanın ipuçlarını bakın hangi temel kriterlere bağlıyor. İndeks Konuşmacı Ajansı bünyesinde yaptığı konuşmalarda kendisine farklı konularda sorular geliyor. Taşkent, özellikle inovasyon, patent, sanayi üniversite iş birliğinin yanı sıra girişim konularında merak edilenleri yanıtlıyor.
Başarılı Olmanın İpuçları
Teknoloji ışığında sürekli değişen ve dönüşen dünyada geleneksel iş yapış şekilleri üzerinden ilerleyen iş dünyasının bu değişime ayak uydurması kaçınılmaz.
Taşkent, en başarılı girişimcilerin yaşının 40 olduğunu söylüyor. Ayrıca 55 yaşındaki bir girişimcinin 35 yaşındaki bir girişimciden iki kat daha fazla başarılı olduğuna işaret ediyor.
Halihazırdaki metotlarla hayata geçirilen girişim modellerinin başarı oranının 1/1 olduğunu
Taşkent, üniversiteden çıkar çıkmaz, henüz tam da iş dünyası ile ilgili hiçbir deneyimin edinilmediği bir dönemde yeni girişimlere imza atmayı önermiyor. Bunun yerine ilgili olunan sektörde faaliyet gösteren bir şirkette çalışılmasını doğru buluyor. Kurumsal, KOBİ veya start-up piyasayı öğrenip, iç dinamiklerine dair gerekli bilgi ve altyapıyı elde etmenin önemine işaret ediyor. Ardından ihtiyacı daha iyi tanımlayıp daha doğru fikirleri hayata geçirdiklerini böylece de başarı şanslarının diğerlerine oranla daha yüksel olduğunu ifade ediyor.
İndeks Konuşmacı Ajansı fikir önderlerinden biri olan Ufuk Tarhan, “Korona Öncesi” KS ve “Korona Sonrası” KS konseptlerinin artık silinmeyecek şekilde iz bıraktığını ifade ettiği yazısında, yaşadıklarımızın bir tatbikat olduğunu ifade diyor.
Korona ile değişen hayatımız
Yazısına, Korona; Küresel bir ‘Kriz ve Dijital Medeniyetlere Geçiş Tatbikatı’ başlığını atan Tarhan, aslında biraz da tüyler ürperten bir gelecekten söz ediyor. İlginizi çekeceğini düşündüğümüz makalede, bundan sonra gündemimizin, Siber Güvenlik, Über Otomasyon, Evrensel Temel Geliri gibi kavramlarla şekilleneceğini ifade eden Tarhan’ın konuşmalarındaki teknoloji ve geleceğe dair önemli değerlendirmelerinden, dijital dönüşümün birey ve kurum bazında önemini anlatan yorumlarından yararlanacağınızdan kuşkumuz yok.
Dünyayı önümüzdeki on yıl sağlığın yanı sıra ekonomik ve sosyolojik büyük kırılma bekliyor. Gelecekbilimcilere göre açgözlülüğün bittiği yeni bir dünya geliyor.
Dünya nüfusunun yüzde 38’i yani yaklaşık 3 milyar insan, koronavirüs nedeniyle evine hapsoldu. Çin’de başlayıp 195 ülkeye yayılan virüs, tarihte 1929 Bunalımı’ndan sonra en büyük kriz olarak tanımlanıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre 25 milyon insan bu nedenle işini yitirecek. Bugün beyaz yakalılar ofislerini evlerine taşıdı. Mavi yakalıların ise böyle bir şansı yok! Peki, başka nasıl gelişmeler bekliyor bizi? Süregenleşmesi muhtemel bu tür krizler bizi nasıl davranmaya itecek? İnsanlık hayatta kalabilmek için üretim ve yaşam biçimini yeni koşullara nasıl uyarlayacak? Bu soruları görüşlerine değer verdiğim iki kişiye yönelttim. Biri Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı Faruk Eczacıbaşı. Diğeri ise dünyanın en etkili 100 fütüristi arasında sayılan ve “T İnsan” adlı bir kitabı da bulunan Ufuk Tarhan.
Sadelik gelecek
Önce Tarhan’la başlayalım… Tarhan “Açgözlü, doymak bilmez dönemlerimizden birinin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz” diye özetliyor bugünkü durumumuzu… Tarhan’a göre dünya bugüne iklim değişikliğinden denizlerin kirlenmesine açgözlülükle ortaya çıkardığı türlü sorunları hep halının altına süpürmüştü. Ve her zaman olduğu gibi zor oyunu bozdu, bir virüs geldi ve balonu patlattı! Tarhan, bunun herkese oturun düşünün mesajı verdiğini ekliyor. Bu salgının ardından da kaotik iflaslar, iş kayıpları ve sosyolojik karmaşa yaşanacağını söylüyor. “Önümüzdeki on yıl kritik” diyen Tarhan, en büyük değişim işaretini “Dünya, ben değil, biz bilincine yönelecek” diye özetliyor. “Şimdi dünya bir SWOT analiz yapıyor” diyen Tarhan’a bu analizden sizce ne çıkacak diye sordum ve şu başlıkları aldım: “İletişimde 5G’ye ve gündelik yaşamda da kripto paraya geçilecek. Yapay zekâ kullanımı ve robotla üretim ve hizmet artacak. Bu krizde su tüketimi patladı. Su arıtma sistemleri gelişecek. Krizde dünyada ilk kez karbon salımı düştü. Petrol bitecek, yenilenebilir enerji yükselecek. Kendimize yetmeyi öğreneceğiz. Konvansiyonel tarıma, çiftçiliğe yeniden dönülecek. Küçük esnaf yeniden önem kazanacak. Bugün boşalan işyerleri, yarın maliyetleriyle yüke dönüşecek. Plazalar, AVM’ler, okullar farklılaşacak. Popülist politikaları yürütenler de süpürülüp gidecek.”
Akıllı şehirler, dijital çiftlikler öne çıkıyor
– Salgın bitse de insan insana temas virüs korkusuyla artmayacak. l Ofis yerine evden çalışma sürecek. Teknoloji bilgisi zayıf olanlar bile internetten toplantı yapılacak programları öğrendi. l Boş kalan ofisler, binalar dijital çiftliklere, uzmanlık hastaneleri gibi özel amaçlara ayrılacak.
– Eğitimde değişim olmalı diyorduk. O da başladı. Eğitimin uzaktan olabileceği de ortaya çıktı. Online eğitim ve iletişim kanallarının kullanımı eskisinden de önemli olacak.
– Yeni dönemde yenilenebilir enerji, akılı şehirler, teknoloji temelli sektörler, genetik, kimya, ilaç, temiz su sağlayan teknolojiler öne çıkacak.
– İnsanlar ve eşyalar sadeleşecek. Kullanışlı, çok amaçlı, akıllı materyallerle giyinecek, örtüneceğiz. Bu alanlarda çalışan, araştıran, üreten insanlar, KOBİ’ler, yeni bilimsel, dijital esnaf çığ gibi artacak.
– Küçük çevrelerde, evlerde yaşayacak, hemen her yerde çalışabilecek, daha az malla mülkle yetineceğiz.
– Daha az seyahat edip, gezeceğiz. Bazı işler, buluşmalar, görüşmeler, kültürel geziler gibi faaliyetler için bizzat bulunmamız gerekmediğini fark edeceğiz.
– Online ve diğer teknolojilerle anlatıma, üretmeye, tasarlamaya, paylaşmaya ve yaymaya haâkim olan, beceri geliştirenler asla işsiz kalmayacak.
– Gençler yeteneklerini öne çıkaracak. Tamircilik, dijital işçilik ve kodlama öğrenecek. Fırsat da var, bütün eğitimler şimdi bedava.
Eczacıbaşı: Ağlar gelişecek, yönetim biçimleri değişecek
Türkiye Bilişim Vakfı Başkanı Faruk Eczacıbaşı, dünyayı altüst eden krizin etkisinin çok derin olacağını düşünüyor. 5G gibi dünyayı sarmalayan internet yapısının önüne geçilemeyeceğini söylüyor. “Şimdi en kilit kelime network (ağ yapısı)” diyen Eczacıbaşı, “Dünyanın bilimsel olarak birbirine ihtiyacı olduğunu gördük. Bugün sağlık toplulukları birbirine destek halinde. Çünkü amaç aynı” vurgusunu yapıyor. Eczacıbaşı’nın en önemli öngörüsü ise yönetim sistemlerinin değişeceğine ilişkin. Şunları söylüyor: “Dünya nüfusunun yaş ortalaması 30. Liderlerin yaş ortalaması ise 64. Gençlerin küresel ısınma, çevre sorunları, gelir adaletsizliği gibi gündemi var. İnternetle birlikte hiyerarşik yapı da kırılmaya başladı. Eskiden kalan kurumlar yetersiz kaldı. Bu salgından sonra büyük değişim olacak. Yeni yönetim sistemleri çıkacak.”
20 bin akademisyen
Eczacıbaşı, bu salgından sağ salim çıktığımızda, yeni çalışma koşullarının da gündemde olacağını belirtiyor. Küreselleşmenin bittiği, her ülkenin kendi kendine yetmeye başladığı görüşüne ise katılmadığını ekliyor. Sanayide Endüstri 4.0’ın geri kaldığı, 5.0’a geçildiği bir dönemde Türkiye’nin yeni dünyaya hazır olup olmadığı sorusunu ise şöyle yanıtlıyor: “Dünyada 20 bin akademisyenimiz var. Türkiye’nin insan gücü açısından çok iyi olduğunu düşünüyorum. Güçlü bir entelektüel mirasımız var. Dünyada iddialı olabiliriz. Türkiye’nin düşünmesi gereken, bu yeni dünyada hangi özellikleriyle gelişebileceği konusu.”
14 yaşında Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları”nı okuduktan sonra iflah olmamış.
O, bir gelecek takıntılı. Hepimiz, büyük bir belirsizliğin içindeyiz. Farklı alanlarda derinleşmeye gayret ediyoruz. Tarhan’ın ise derinleşmeyi seçtiği alan “gelecek senaryoları”. Olumlu-olumsuz, yakın-uzak olasılıkları geliştirmek, yorumlamak, “gelecek bilgisini” çoğaltmak, paylaşmak ve yaymak….
ODTÜ’de Ekonometri okuyor. Uzun yıllar teknoloji sektöründe üst düzey yöneticilik yapıyor. 2006’da işini kuruyor, kızıyla birlikte çalışıyor.
2005’te kurulan Türkiye Fütüristler Derneği’nde başkanlık yaptı. Halen Dünya Fütüristler Birliği’nin aktif üyesi. Forbes’ın Dünyanın En Etkili 50 Kadın Fütüristi arasında gösteriliyor. Müthiş tutkulu ve tutturuk bir kadın. 57 Yaşında “İnovasyon ve Girişimcilik” master’ı yaptı. Tez konusu T-İnsan’dı. Ve bu konuda kitap yazdı. Sürdürülebilir bir işimiz olmasına inanıyor. Ufuk Tarhan bugün 60 yaşında ve hala hiç durmadan çalışıyor.
Bu dönemde onun görüşlerini de almak istedim. Pek çok şey anlattı. Yaşadığımız süreci bakın Tarhan nasıl yorumluyor.
SINIRSIZLIK, HADSİZLİK ŞUURSUZLUK VE DOYMAZLIK
Ortalıkta pek çok iddia var… Saptamalar, tezler, teoriler, tabii komplo teorileri ve şehir efsaneleri de havada uçuşuyor… Elimizde henüz, “Yanlış, palavra!” diyeceğimiz veriler yok, ama “Evet, doğru!” diyeceğimiz şeyler de yok. İddiaların bir kısmı bana mantıklı geliyor, bir kısmı ise aşırı saçma. Ben bu işlere mesafeli bakan biriyim…
– Mesafeli bakmakla sözünü ettiğiniz, belirsizlikse, haklısınız. Bence de öyle! Henüz insanlık olarak her şeyi bilecek kadar bilgiye, delile sahip değiliz. Büyük bir boşluğun içindeyiz…
Şu an yaşanan nedir?
-Dünyalılar olarak, Corona tokadını yedik! Oysa biz, “Bunca yol kat ettik, artık her şeyi kontrol edebiliriz. Her şeyi bilimle çözeriz. Dinle yola getirir, petrolle kutsar. Parayla da hem döver hem severiz!” havasındaydık. “Parayla, petrolle, silahla, uyuşturucuyla ve en son nokta da siber güçle yani dijitlerle her şey hallolur, rahat ol” diyorduk. Buna da inanıyorduk!
2050’ye kalmaz, ölümsüzlüğü yakalarız…
-Aynen öyle! Torunlara, yaş günlerinde Mars seyahati hediye ederiz. Hatta genlerle bile oynarız. DNA dizilimini dahi çözeriz alimallah! Bak, Çinliler habire, “Ana rahminde çocukların bünyesini güçlendirdik, hastalıklı genleri onardık!” falan diye haberler sızdırmıyor mu? Sızdırıyor. O halde? “Çok ilerledik, çook. Her yerde patent patlaması yaşanıyor. Kısacası, çözeriz DNA diziliminin formülünü, başlarız gen editörlüğüne, dizer dizer, insan da yaparız, başka canlılar da… Topa tüfeğe gerek yok artık, dijitlerle, genlerle dünyayı istediğimiz gibi yoğururuz. O iş bizde…” diyorduk.
BİR KERE DAHA GÖRÜYORUZ Kİ…COĞRAFYA, ÜLKE, MİLLİYET, MÜLKİYET, CİNSİYET, IRK, YAŞ, PARA, GÜÇ, FARK ETMEKSİZİNHEPİMİZ SADECE İNSANIZ VE ACİZİZ!
Nasıl tanımlıyorsunuz bu durumu?
-Nasıl mı? Sınırsızlık, hadsizlik, şuursuzluk, doymazlık olarak tabii! Ve şu an geldiğimiz noktaya bakın: Ufacık bir virüsü hala çözemedik! On binlerce insan ölüyor. Testi, aşısı, ilacı bulunamadı. Hepimiz, büyük bir çaresizlik ve kederle evlerimize tıkıldık, kaldık. Çünkü bir kez daha görüyoruz ki coğrafya, ülke, milliyet, mülkiyet, cinsiyet, ırk, yaş, para, güç, fark etmeksizin hepimiz sadece “insanız”!
Hala zannettiğimiz kadar güçlü ve her şeye kadir değiliz…
-Evet, öyle. Kitlesel bir etki, şok ve kriz karşısında manipülasyona açığız. Onca gelişmişlik naralarına rağmen pek çok sorunun cevabını bilmiyoruz…
Nedir o sorular?
-Doğum nedir? Neden dünyaya geliyoruz? Neden ölüyoruz? Ve ölünce nereye gidiyoruz? Biz, insanlar kimiz, neyiz? Görevimiz, var oluş sebebimiz nedir? Bu büyük soruların yanıtını çözünceye kadar da debelenmelerimiz sürecek. Ya da fişimiz, kim bilir ne zaman, bir kez daha çekilecek! O zamana kadar arayışa, denemelere devam. Sokrates’in dediği gibi, sürekli, “Bildiğimiz şey, hiçbir şey bilmediğimizdir” noktasına dönüyoruz.
YAŞADIĞIMIZ 2. DÜNYA SAVAŞI’NA BENZEYEN AMA ETKİSİ ONDAN DAHA YÜKSEK VE KARMAŞIK BİR SÜREÇ…
Siz, 95’den beri fütüristsiniz… Soruyorum, şu anda yaşadığımız şey, salgından öte “küresel bir kriz” mi?
– Evet. 1930 Buhranı’na ve 2. Dünya Savaşı’na benzeyen ama etkisi onlardan daha yüksek ve karmaşık bir süreç. Tam anlamıyla küresel bir kriz. Önceki krizler, savaşlar, nispeten bölgesel ya da belli konularda sınırlı kalabilmişti. Dünyanın bazı ülkeleri daha az etkilenmişti. Ama şu anda COVID-19’dan etkilenmeyen tek bir birey, iş, alan, ülke, toplum, canlı kalmayacak. Olay, sadece sağlık etkisi, salgın değil yani. Bunun sırasında ve sonrasında hayatımızın her noktasında yaşananlar ve yaşanacaklar… Kendimizi adadığımız bütün değer sistemleri, ilişki, iletişim, çalışma, öğrenme biçimleri dönüşecek. Geri dönüş yok. Büyük bir “Küresel paradoks” içine girdik.
ZENGİNLİĞE ÖZENMİŞTİK AMA PARANIN BİR İŞE YARAMADIĞINI GÖRÜYORUZ
Durun, tek tek anlatın….
-Hem küresel, hem lokal kriz yaşıyoruz! Birbirimizden fiziksel olarak hem uzaklaşıyor hem yakınlaşıyoruz. Özlediklerimize kavuştuk ama şimdi de sıkılıyoruz. Bıktıklarımızdan uzaklaştık fakat şimdi kaybetme korkusu, yoksunluk hissediyoruz. Zenginliğe özenmiştik, parayla bir şey yapamadığımızı görüyoruz. Güveniyorduk, şimdi hiç güvenemiyoruz. Kısacası ekonomik, sosyal, psikolojik, teknolojik ve ekolojik olarak bu krizin dokunmadığı, sarsmadığı tek bir alan kalmayacak! Günler, haftalar, aylar geçtikçe bunları daha net algılayacağız. Bu çok ciddi ve çok büyük bir kriz! Laf olsun diye, “Her şeyin başı sağlık” deyip, duyarsızca koştuk durduk ve işte buyurun, Corona’yla sağlıktan sınava sokulduk, hepimiz sınıfta kaldık! Hepimiz evlerdeyiz. Bir müddet sonra da “Adalet, eşitlik, iyilik, sevgi böcekliği” diye diye açlığa, sefalete, göçlere terk ettiğimiz insanların çektiği “açlıkla” terbiye moduna geçeceğiz. Hiç kuşkumuz olmasın bundan. Yakın gelecekte, tedarik zincirlerinde kopmalar, mal-hizmet üretiminde ve sevkiyatlarda kesintiler aksaklıklar başladığında, o çöplere döktüğümüz yemekler gözümüze ziyafet gibi görünecek…
YAŞADIKLARIMIZ TAM BİR SİMÜLASYON BİR TUŞA BASILDI SANKİ VE “HADİ BAKALIM BİR KRİZ ÇIKTIĞINDA ŞU DÜNYALILAR NE YAPACAK, GÖRELİM!” DENDİ
Nedir bu? Bir “Gelecek tatbikatı” mı?
– Evet. Yaşananlar tam bir simülasyon. Sanki bir tuşa basıldı ve “Hadi bakalım bir kriz çıktığında şu dünyalılar ne yapacaklar, görelim” dendi. Hep beraber görüyoruz. Akut dönemden geçtikten sonra, veri toplayıp, analizler ve planlar yapma zamanı. Bunları yaparken de inovasyon, yaratıcılık, çalışkanlık, disiplin, yardımlaşmak, paylaşmak, saygı, duyarlılık, soğukkanlılık, tutarlılık en üst değerlerimiz olmalı. Olmak zorunda! Pek çok şeyi tamamen yıkıp, bozarak, yeniden, sil baştan kuracağız. Kurabilmeliyiz. Hem de çok hızlı… Çünkü zaman yok, diğer krizler kapıda bekliyor. O yüzden bu tatbikatı, provayı çok iyi değerlendirmemiz lazım.
COVID-19 KUVVETLİ BİR ÖNCÜ SİNYAL BİR İŞARET FİŞEĞİ NE YAZIK Kİ GERİSİ DE VAR…
Corona salgını, fragman tadında bir “öncü sinyal” mi?
– Kesinlikle! Üstelik de çok kuvvetli bir öncü sinyal, işaret fişeği. Aslında her ne kadar bu yaşadıklarımızı çok büyütsek de henüz bunlar, bundan sonraki sorunlu dönüşüm alanına geçişimizin kapı kolu bile değil! Daha şaşıracağımız çok şey olacak. O kadar çok kriz kapıda bekliyor ki. Onların bir kısmı zaten başlamıştı. Görmezden geliyorduk, halının altına süpürüyor, çöpe atıyorduk. İklim krizi, su krizi, doğa felaketleri, yangınlar, depremler, tsunamiler, yanardağlar, savaşlar, göçler, siber saldırılar, kimyasal silahlar, kadına-çocuğa-canlıya şiddet, sosyolojik çöküşler… Artık değişmemiz gerekiyor. Bir şeyler yapmamız gerekiyor. Yapmazsak, yapamazsak ne olacağı belli. Tanrı ya da bizi her ne yarattı ise, “delete” tuşuna basacak artık! Bıkmaya başlamıştır çoktan biz insanoğlundan…
SEBEPLERDEN BİRİ NÜFUS AZALTMA VE YAŞLILARIN YÜKÜNDEN KURTULMA KURTULMA OLABİLİR Mİ
Peki, sizin düşünceniz ne? Corona salgını özellikle mi 2020’ye denk getirildi? Birileri, beklediler beklediler bu yılı mı buldular? 2020’nin özelliği ne?
– Valla, 2020, dünyanın 5N1K’sını belirleyen Amerika’nın seçim yılı. “İdi” diyebiliriz kısa bir süre sonra, çünkü artık yapılıp yapılmayacağını bilmiyoruz. Sadece ABD seçimimin bu yıla denk gelmiş olması bile, komplo teorisi üretmeye yeter de artar bile…
Amerika’daki seçim dışında, bu dönem yaşanan olayları şöyle bir sayalım…
-Çin- Amerika ve Rusya arasında ısınan “siber sular”, ilan edilen “siber duvarlar”, yeni versiyon bir soğuk savaşı başlatmıştı bile… 5G için yapılan kavgalar.. Yenilenebilir enerji için coşan ataklar… Kuantum bilgisayar denemeleri… Uzay yarışında yükseltilen vitesler… Petrol için yapılan son sömürme hamleleri… Ve sonunda, birileri düğmeye basmış gibi görünüyor. Bakalım sonuç ne olacak? Düğmeye basan, Çin-Rusya gibi görünse de “salgın”ı, Amerika, Trump’dan kurtulmak için kurgulamış olabilir. Artık dünyada Amerika’nın parmağının olmadığı tek bir kötü olay kalmadığına inanıyorum. Bu yorumumda ODTÜ’lü devrimci damarın etkisi olabilir tabii ama objektif bakan pek çok düşünür, uzman da aynı kanaatte artık. Salgın sırasındaki duruşuyla Trump ve benzerleri, daha doğrusu “G20” fotoğraflarındaki çoğu petrol, silah, uyuşturucu, ilaç sömürgenliğiyle beslenen, “kendilerinden illallah denmiş liderler” tabutlarına Corona marka çivi çakıyor gibiler! İnşallah, Corona’dan sonraki on yılda, miadı dolan dünya liderlerinden ve petrolden kurtulacağız!
Bazı fütürist yayınları ve konuşmacıları izliyorum… Tanımlanmayan bir “özne”den söz ediyorlar. “Onlar” diyorlar, “Birileri” diyorlar… Kim o “birileri”? Dünyanın geleceği için karar veren güç odakları mı var?
– Ah bir bilsek! Belki de tüm sorunlar hallolacak. Kuşkusuz bir yaratan var. Tüm bu muazzam sistemi kurgulayan bir yetkili makam. Bilim insanları, “Daha evrenin yüzde 4’ünü keşfedebilmiş durumdayız!” diyorlar. “Evren” dediğimiz ve bizim içinde sadece bir zerre olduğumuz büyük kurgunun yüzde 96’sını bilmeden ilerlemeye çalışıyoruz.
Benim zıvanadan çıktığım, “Yok artık daha neler!” dediğim, benim için inandırıcılığını kaybettiği nokta şu: Rockefeller gibi ailelerden söz ediliyor, büyük teknoloji, büyük sağlık kuruluşları, İlluminati ve Mason locası… Siz bir fütürist olarak bu tür iddiaları nasıl karşılıyorsunuz?
– Valla, büyük gerçeklik payı olduğunu düşünüyorum. Dünya, “SimCity” gibi bir oyun. Konsolun başında da o meşhur aileleri kontrol edenler, yani onları kodlayanlar, joystick’leri ellerinde tutanlar var. Bunca şey, kendi kendine olamaz! Mutlaka bir algoritma çalışması lazım. Şimdi yapay zekayı, robotları çözümlerken görüyoruz ki, cansız nesnelere zeka konabiliyor, onlar da eğitilebiliyor. Öğrenmeleri ilerledikçe, inisiyatif kullanabiliyorlar. Ama yine kendilerine yüklenen kriterlere göre karar verebiliyorlar. Mesela şu anda Corona için, “test test” diye yırtınıyoruz. Milyarlarca test sonucu toplanıyor, ortak havuzda paylaşılıyor. Tüm dünya, müthiş bir genetik, sosyal ve fizyolojik bilgi havuzuna deli gibi veri akıtıyor. Bunlarla neler yapılabileceğini düşünmemiz lazım. Çabucacık ilk akla gelen, bundan sonraki medeniyetlerin kontrolü genetik formülleri yönetenler olacak çünkü…
Nüfus azaltma ve yaşlıların yükünden kurtulma projesi mi bu aynı zamanda…
– Evet, bunun da bir faktör olduğunu düşünüyorum. Dünya finans sitemleri, üretim, tüketim, hastalıklı-bakıma muhtaç yaşlı nüfus aşırı şişmişti, bu konu da aradan çıkarılmak istenmiş olabilir. “Böyle çözebilir miyiz acaba bir kısmını?” diye planlanmış olabilir. Eğer 2020 seçilmiş bir yıl ise, ki öyle olduğuna dair epey işaret var, en önemli sebebi ABD seçimleridir diye düşünüyorum.
2030 SONRASI NEFES ALACAĞIMIZ YILLAR OLACAK
2030 sonrası ne ifade ediyor?
– 2030 sonrası inşallah biraz nefes alacağımız, daha bilinçli olduğumuz yılları ifade ediyor. 2020-2030 arası ise, bir paradigma dönüşümü geçireceğimiz yıllar…
Nasıl yani?
– İnsani değerlerimizi, büyük ölçüde yeniden kazandığımız, daha azla yetinmeyi, paylaşmayı-dayanışmayı becerdiğimiz, daha güzel yıllara doğru ilerlediğimiz bir dönem.PEKİ YA 2020-2030 ARASI
2020-2030 arası neler olacak?
-Pek çok şey! Tam dijitalleşmeye, yani online’a geçmek, 5G ağlar, hatta kuantum bilgisayarlarla donanmak, yapay zeka, robotlar, nesnelerin internetiyle yaşamaya alışmak, dikey çiftliklerde çiftçi olmak, laboratuvarlarda et-gıda üretmek, seyahatlerimizin çoğunu sanal gerçeklikle yapmak, eğitim, öğretim, çalışmak, tasarlamak, üretmek gibi pek çok şeyi uzaktan yapabilmek, drone’lar, uçan, otonom araçların binlerce çeşidini icat etmek ve kullanmak…
Gerçekten mi?
-Evet… Hatta, Mars’ta ilk koloniler, uzay seyahatleri ve uzay istasyonları için ataklar yapmak gibi konularda çok ama çok çalışacağımız bir 10 yılımız var. Üstelik demin anlattığım gibi krizlerin eşliğinde… Ha gayret insanlık! Gelecek senden gayret bekliyor…
Bu eşiğe girmeden, yaşlılardan, zayıflardan güçsüzlerden, teknolojiye ve geleceğe uyum sağlayamayanlardan kurtulmak mı isteniyor?
– Valla, “Zorunlu seleksiyon artık böyle yapılacak!” diye okuyorum ben tüm yaşananları ve yaşanacakları…
İyi de böyle bir mesajın yayılması kötü değil mi? Fena ve ilkel buluyorum… “Yaşlılar ölsün!” demek değil mi bu?
-Evet, kesinlikle ilkel! Bunu çözemiyor olmamız utanç verici. Ancak bir taraftan da hem kötü hem değil. Büyük farkındalık yaratıyor. Keşke yaşlılar duymadan, anlamadan yapabilsek, ama onun da şimdilik çaresi yok. Zaten hepimiz “öleceğimizi” ta başından beri biliyoruz. İnsanoğlu, adaptasyon gücü çok yüksek bir varlık. Öleceğini biliyor ama ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. “Yaşlanmak”, yaşam denen sürenin sonları. Bunların hepsi gerçek ve hepimiz yaşıyoruz. Artık bu konulara daha realist bakacağız, bakmalıyız. Öyle sistemler kurmalıyız ki, yaşlıları, uzun yaşlandıklarına pişman etmeden yaşatabilmeliyiz. Gençlere de yük üstüne yük eklemeden yaşamak için özgür bırakmalıyız. Odaklanmamız gereken bu. Dünyanın artık böyle bir konusu da var ve “mış” gibi davranmadan ele alınıp çözülmeli…
HAYATI BELİRLEYEN TEKNOLOJİYİ KULLANMA BECERİMİZ YA DA BECERİKSİZLİĞİMİZ
Peki tüm bunlar, teknolojiye tapınma da içermiyor mu? Teknolojiye hakim olan ama hayat hakkında bilgisi olmayan nice insan var… Teknolojinin bu kadar “yüceltilmesi” felaket değil mi?
-Yok değil! Keşke bu konudaki ön yargılar ve teknoloji alerjisi de bu Corona sayesinde pat diye değişse… Buradaki konu teknoloji değil. Teknolojiyi kullanma becerimiz ya da beceriksizliğimiz. Yani sorun yine ve her zaman insan! Şu anda İtalya’dan pek çok arkadaşımız anlatıyor. Köylerde, hatta şehirlerde, evlerinde, kendi kendilerine Corona’nın yanı sıra, temizliklerini, kişisel bakımlarını yapamadıkları, ilaçlarını içemedikleri, aç kaldıkları, düştükleri için ölen yaşlılar buluyorlarmış. Düşünsenize o yaşlıların evleri sensörler, kameralar ve otomatik iletişim cihazlarıyla gözlenebilse, her şey ne kadar farklı olurdu…
Siz, özetle bize ne anlatmaya çalışıyorsunuz?
– “Gelecek”, epeydir, nasıl geleceğine dair iyi ve kötü sinyaller veriyor. Hatta, işaret fişekleri atıyor! Kendine “fütürist” diyen birtakım insanlar da 5-10 yıldır, çok net senaryolarla bunları yaymaya çalışıyor. Ki onlardan biri de benim. Buna rağmen, onca teknolojiye, iletişime, kaynağa, olanağa rağmen, aklımızı başımıza toplayamadık. Kendi irademizle düzelme yoluna giremedik. Alın size… Şimdi hepimiz, kırmızı kartı gördük işte! Anlatmaya çalıştığım bu. Bari şimdi silkelenip, kendimize gelelim. Yapmamız gereken ilk şey de önce kendi aklımıza resetlemek ve bu zamanı iyi değerlendirmek, 2030’lara daha güçlü girmek…
KURUNUN YANINDA YAŞ DA YANIYOR, KOALA DA….
Bizler, “açgözlü” ve “doymaz halimiz”le, parayı, bütün değer sistemlerinin üzerine koyarak, bu başımıza gelen salgını hak ettik mi yani…
-Evet. Biraz öyle oldu. Maalesef kurunun yanında yaş da yanıyor, koala da… Dünya bir bütün. Dolayısıyla bu olanları, olacakları, hepimiz fazlasıyla hak ettik aslında. Bununla kurtulursak şükredelim… Neydi o halimiz? İyice zıvanadan çıkmış, farkındalık adına, yerlerde sürünmeye başlamıştık…
Nasıl yani?
-İletişim araçları ve sosyal medyayı, tamamen cinayet, şiddet, ahlaksızlık ve küfür-kıyamete tahsis etmiştik. Gözümüze baka baka yalan söyleyenleri yüceltmiştik. “Siyah post paylaşıp” lanetleyip, çıkıyorduk işin içinden. Oysa, sessiz kalmak, izin vermek, seyretmek de suça iştirak etmek oluyor!
FELAKETİN ÖN GÖSTERİMİNE HOŞ GELDİNİZ!
Corona salgını, dolan bardağı taşıran son damla mı?
-Evet. Ancak unutmayalım, hem de iri damlalarla dolmakta olan başka bardaklar da var. Demin söyledim hani, kapıda bekleyen diğer krizler… “Bunu atlattık çok şükür, hadi kaldığımız yerden devam” kafası, hepimizi distopik dediğimiz olasılıklara doğru yöneltir. Lütfen derslerimizi iyi almış olalım. Aslında bu olaya şu anda kötü diye bakıyoruz çoğumuz. İnşallah atlattığımızda ve eğer iyi insanlar olmaya evrilmeye başlarsak, “İyi ki” diyeceğimiz pek çok şey göreceğiz. Bunlar değerli zamanlar. Felaketlerin ön gösterimi gibi. Yararlanabiliriz, önlemler alabiliriz. Salgınlarda, felaketlerde kaybettiklerimiz de bize bu öğrenme, uyanma fırsatını veren “gelecek şehitleri” aslında benim gözümde. Milleti, ülkesi fark etmez, hepsinin mekanı cennet olsun.
CORONA O TETİKLEYİCİ İŞTE!
Bazen “İyi ki de oldu, iyi ki geldi bu virüs, zihnimizde ve alışkanlıklarımızda yıkıcı bir sorgulama başlatacak!” diyor musunuz gerçekten…
-Gerçekten ve tüm kalbimle diyorum. Şimdi birçok kişi “Bu kadın, kafayı iyice yemiş. İlgi çekmeye çalışıyor” gibi şeyler söyleyecek. Söylesinler. Umurumda değil. Tam da bu kafaları değiştirmemiz lazım işte. 2006’dan beri yırtınıyorum, T-İnsan’da bir bir anlattım. Bloğumu sosyal medya postlarımı okusunlar, vidolarımı izlesinler. Dönüşümü, bir şeylerin başlatacağı kesindi. Bir tetikleyici olmalıydı. Corono o tetikleyici işte!
Dünyayı saran COVID-19 nedeniyle bir zaman dilimini zıplayarak geçiyor gibiyiz. “Gelecekte” diye söz ettiğimiz her şey hızlandırılmış şekilde yaklaşıyor. Olanları daha iyi anlamlandırabilmek için ‘Dünyanın en etkili 100 kadın fütüristi’ arasındaki tek Türk gelecek tasarımcısı, ‘T-İNSAN’ kitabının yazarı ve ekonomist Ufuk Tarhan’la konuştum. Gelin biraz geleceğin şekillendirebileceğimiz kısmı üzerine kafa yoralım. Çünkü gelecek tahmin edilemez ama tasarlanabilir… Onu kendi kaderine terk etmek yerine müdahale edilebilir taraflarını şekillendirerek, parçası olalım. Karşınızda Ufuk Tarhan.
Son 100 yılda dünyanın görmediği ve tecrübesi bulunmayan bir durumdan geçiyoruz. Çoğunluk, bir bilim kurgu filminde olduğu duygusu içinde. Bir fütüristin gözlerinden bakınca dünya nasıl görünüyor?
Belirleyici bir dönüşüm dönemindeyiz. Bir laboratuvar çalışması, gelecek simülasyonu yapılıyor gibi hissediyorum. Uzun süredir konuştuğumuz ve kimimizin olumlu, kimimizin olumsuz duygularla hayal ettiği Siber Dünya’ya, Dijital Medeniyetler Çağı’na doğru kocaman bir adım daha atıyoruz. Bu adımı atacağımız epeydir belliydi de tetikleyen ne olacaktı, onu bilmiyorduk. O dönüştürücü COVID-19’muş.
Kısa vadede ne değişecek?
Online eğitim ve online çalışma sistemi hızla oturuyor, evlerimizden çalışacağız. İşsizlik tüm dünyada çığ gibi büyüyecek, daha az tüketip, daha az eşya satın alacağız, tüketim orucuna gireceğiz… Bunların zaman içinde olacağını söylüyorduk ama pek çok şey sanki sihirli değnek dokunmuş gibi bir anda ve tüm dünyada olmaya başladı. Ve bu daha başlangıç bile sayılmaz.
Teknolojiye en aklı yatmayan kişiler bile “Corona virüsten sonra dünya neye benzeyecek?” diye gelecek senaryoları üretiyor. Siz bu dönemi nasıl okuyorsunuz?
Bir çağ atlıyoruz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. O kadar ki, Corona Öncesi (CÖ) ve Corona Sonrası (CS) diyeceğiz. Çok ama çok keskin, derin ve yaygın değişimler yaşayacağız.
Krizden sonraki ilk günler sudan çıkmış balığa döneceğiz
Kriz bir şekilde atlatılacak. O zaman nasıl bir dünyada olacağız?
Salgın önlenir önlenmez dünya bir yabancılaşma, şaşkınlık içine düşecek. İnsanların geçmişine yüklediği anlamlar, geleceğine dair planları değişecek. Sahip olduğu her şey, her ilişki ve onlara yüklediği değerlerle olan bağı ya zayıflayacak ya da çok güçlenecek.
Ne hissedeceğiz?
Krizden sonraki ilk günler ve aylarda sudan çıkmış balığa, terhis olan askere, taburcu olan hastaya ya da hapisten salıverilen mahkuma benzeyeceğiz… Hem kurtulduğumuza sevinecek hem de hep korkacağız, ya geçmemişse, ya yine olursa diye…
Tüm öncelik sıralamaları değişmiş olacak, bütün dünya bir ağızdan “Sahiden her şeyin başı sağlıkmış gerisi de boşmuş” diyeceğiz sanırım…
Evet, eskiden özendiğimiz, daha iyi sandığımız ülkelerin, durumların yaldızları dökülmüş olacak. Güvendiğimiz dağlara corona bulaşınca elimizdekinin kıymetini, dayanışmanın, yardımlaşmanın, paylaşmanın ve “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için”in değerini daha iyi anlayacağız.
Güven duygumuz da sınanıyor bu süreçte…
Hiçbir şeye eskisi gibi güvenemeyeceğiz. Ama asıl güvenebileceğimiz, tutunabileceğimiz şeyleri anlamış olacağız. Hayatlarımızı sil baştan temize çekeceğiz. Büyük çoğunluğumuz, bireyler, kurumlar ve ülkeler, krizden büyük kayıplarla, yara bere içinde çıkacak. İnsanlar artık ne işlerine, ne sosyal ortamlara, ne okullarına, ne evlerine, ne ailelerine, ne de çevrelerine eskiden hissettikleri duygularla bakamayacaklar. Pek çok şirket batacak. Sektörler zayıflayacak, özellikle bazı ülkeler, toplumlar iyice dağılacak, yoksullaşacak. Bazıları da “Bizi ancak uzay kurtarır” diyerek dünya dışına taşma gayretlerine hız verecek. Tüm iş alanları yeniden tanımlanacak. Yepyeni şirketler, sektörler tomurcuklanacak. Ve tabii doğal afetler, iklim krizleri, mutasyona uğrayan virüsler de yakamızı bırakmayacak…
Bu bunalım ne kadar sürecek? Bu tanım doğru mu bilmiyorum ama…
Hepimiz en az 3 yıl sürecek büyük güven bunalımına ve belirsizlik içine düşeceğiz.
Kelebek etkisi hızlandı ve dijitalleşti
14’üncü yüzyılda 200 milyon kişinin ölümüne sebep olan Kara Veba da Çin’de başlamış ama Britanya’ya gidişi 10 yılı almıştı, bugün ise Çin’de 55 yaşındaki biri vahşi hayvan pazarından alışveriş yaptı ve tüm dünya onun yemek tercihinden günler içinde etkilendi. Kelebek etkisi denilen kavram büyük bir şov yapıyor gibi. Dolaşımın artmasıyla kelebek etkisi de hızlandı mı?
Tabii ki. Daha doğusu kelebek etkisi de dijitalleşti. Kelebeğin kanat çırpışı artık dünyanın her yerine dijitlerle anında iletilebiliyor. Salgınla beraber tüm dünyada bütüncül, holistik (bütünün, kendisini oluşturan parçalardan daha büyük olduğunu savunan felsefik görüş) bakış açısı yükseliyor. ‘Ben’den ‘biz’e geçiliyor. ‘Bugün sana bulaşan yarın bana da bulaşır’ ile hepimizin ‘bir’ ve bağlı olduğunu iyice ezber ediyoruz, umuyorum. Bu yalnızca bir sağlık krizi değil, bu tüm diğer endüstrileri de etkisi altına alacak küresel bir dönüşümün tetiğini çeken faktör.
Değişime hızla yanıt verenler, sistemler, işletmeler ve insanlar, ayakta kalacak. Bu virüs bizi bir tür evrime mi zorluyor?
İnsanlık ve dünya sürekli evrim geçirmiştir. Hepsinin çıkış noktası da ya insani ya da doğa ile ilintili büyük olaylar, şoklar olmuştur. Yine böyle büyük bir evrim arifesindeyiz. Bu seferkini corona tetikledi, değişimin vitesini yükseltti. Daha şimdiden pek çok şeyin altı üstüne geldi. Değişime hızla yanıt verenler ayakta kalacak, yenidünyanın oluşumuna katkı verecekler.
‘Nerede kalmıştık?’ diye aynen devam etmeye çalışırsak yok oluruz
Tam şu an, farkında olmasak da geleceği şekillendiriyoruz. Bizi bekleyen distopya mı ütopya mı?
Distopik durum; salgın sonrası şuursuzca ve zincirlerimizden boşanmışçasına “Hadi bakalım, nerede kalmıştık?” diye aynen devam çabası olur. Dünya bunu seçerse kesinlikle ‘çoklu organ yetmezliği’ gibi bir döneme ve yeni felaketler arasında debelenerek yok olmaya ilerler.
Ütopik bir ihtimal için ne yapmamız gerekiyor?
Öncelikle aklını başına topla, ders al, yavaşla, dur. Korona bize, “Kendine gel ey insanoğlu!”dedi. Ve devam etti; “Bu aç gözlülükle, birbirinizi kandırarak, sömürerek, çalıp-çırparak, birbirinizle savaşarak, kavga ederek, doğayı katlederek sonunuzu hazırlıyorsunuz. Şimdi, derhal ‘iyi insan’ olmayı seçin. Marş marş! İlk hedefiniz dijital medeniyetlerde iyi insan olmaktır, ileri!” diye bas bas bağırdı. Her şeyi yeniden anlamlandıracağız. İyilerin kıymete bindiği bir anlayışa geçersek, kaynakların bilim ve teknolojiye, eğitime, doğanın korunmasına, sanata, spora, adalete, eşitliğe akmasını sağlarsak ütopik geleceğe yaklaştığımız bir tablo olur.
Her sektörde 4-5 devasa şirket kalacak
Dev şirketler kumdan kaleler gibi iki ayda yerlebir olma riskiyle karşı karşıya kaldı. Gelecekte böyle büyük yapılar olmayacak mı?
Aksine yenidünya düzeninde, eskisinden de büyük, devasa firmalar olacak ama atıl olmayacaklar. Verimlilik konusundaki takıntı onları atıllıktan koruyacak. Koronadan sonra müthiş bir birleşme, satın alma furyası izleyeceğiz. Zaten büyük olan firmalar zor duruma düşen küçükleri içlerine katacak. Her sektörde 4-5 devasa şirket kalacak ve kendi alanlarında dünyanın tüm AR-GE, tasarım, üretim, dağıtım, satış, pazarlama sistemlerini belirleyecek, yönetecekler.
Onları kim denetleyecek?
Sosyal devlet, sosyal medya aracılığı ile bireyler, akreditasyon kurumları ile STK’lar denetleyecek. Bu yenidünyanın kocaman şirketleri, neredeyse devletler üstü çalışacak. Çok az ve yetkinliği çok yüksek insanlar tarafından yönetilecek. Bu iş yerlerinde tamamen otomasyona geçilmiş olacak ve az insan/yüksek teknoloji ile çalışacaklar. Buna rağmen, kesinlikle insancıl, doğa dostu, sosyal sorumluluk sahibi olacaklar, olmak zorundalar.
Fast-forward tuşuna basılmış gibi…
Sizi en çok ne korkutuyor?
İnsanlık olarak bu küresel salgın şansını iyi değerlendiremememiz, eski tas eski hamam devama yeltenmemiz…
Corona virüsü şans olarak mı görüyorsunuz?
Şu an büyük acılar yaşanıyor ama insanlık hep büyük acılar çektikten sonra ilerlemiştir. Bu virüs, gelecekte olması tasavvur edilen yaşamın gelişini hızlandırdı. Fast-forward tuşumuza basılmış gibi olduk. “Olmaz, mümkün değil, izin vermezler, yapamazlar, asla” dediğimiz ne çok şey oldu! Sadece birkaç ayda, hatta haftada… Bütün alışkanlıklarda yıkıcı değişiklik başlattı, can korkusunu herkese yaşattı. Bunu şans olarak görüyorum çünkü eskiyi yıkmadan, paradigmaları değiştirmeden yeniye yer açamayacaktık.
Sınırlar, para ya da rütbe kimseyi minicik bir virüsten koruyamadı
Milliyetçi ve statüyü gözeten bir virüs değil, bu açıdan eşitlikçi. Sınır kavramını da değiştirdi. Göçmenlerin sınırlarda kaldığı bir zamanda virüs sınırları geçerek, sınırların insanlar arasında değil, ‘insan ve insandışı’ arasında olmasının gerekliliğini hatırlattı. Bu, bakış açımızı nasıl şekillendirecek?
Sınırların, paranın, unvanın, rütbenin bizi gözle görülemeyecek kadar ufak bir virüse karşı bile koruyamadığını, aksine küçücük bir şeyin bizim kocaman sandığımız imparatorluklarımızı yok edebileceğini idrak ettik. Bundan sonrasında ‘daha az ve öz’le ilerlememiz gerektiğini fark ettik.
Kendini güncelle, versiyonunu yükselt
Bu yaşadıklarımız bir film olsa bu film nasıl sürerdi?
Önümüzdeki 10 yıl çok kritik, çünkü bu dönemde salgından geride kalanlarla ve aramıza yeni katılacak insanlarla, ‘insansılarla ve canlımsılarla’ yepyeni yaşam formlarına yani ‘tekilliğe-singularity’e’ (yapay zekanın insan zekasının ötesine geçerek, insanı radikal bir biçimde değiştireceğini savunan hipotez) doğru şekillenişimiz iyice belirginleşecek. Kısacası, eğer yakın gelecekte bugünkünden daha akıllı ve iyi olmayı başarabilirsek; 2040-2050’lere doğru, daha sürdürülebilir, daha iyi bir dünya inşa etmek yolunda önemli adımlar atmış olma ihtimalimiz hala var.
Fütürist bir perspektifte hayatta kalmanın en önemli mottosu ne?
Kendini sürekli güncelle, versiyonunu yükselt.
Fütürizm nedir?
Fütürizm; İngilizce future (gelecek) kelimesinden geliyor. Gelecekle ilgili her şeyi sosyolojik, ekonomik, psikolojik, ekolojik, teknolojik açıdan irdeleyen bir disiplin. En yalın tanımı ile Fütürizm, ‘olumlu gelecek tasarımı’ demek. Fütürizm, geleceğe dair bilimsel temellere dayanan beklentileri senaryolaştırır.
“Corona outbreak, COVID-19” came in the new decennium that started with 2020. Or maybe was brought. We don’t know for now…
Whatever the reason was, the die is cast. This decade is critical.
The course until 2030 will go down in history as the most destructive and hopefully the most constructive transformation after the industrial and internet revolutions.
This Corona period will be the best example to explain the saying, “The tough one spoils the game!”
As the human race, we have come to the end of our another “greedy and insatiable” periods that we strive to continue by stubbornly putting money in the place of all our value systems even though we are very well aware that it is not sustainable. “More, the most, the most beautiful ever, higher, more different”: this nonsense will stop at first like a sudden brake and then turn into “bit by bit, gradually, more balanced and moderate”.
And this will start with the “Coronavirus” that remains a “tiny” issue next to many large risks, diseases, dangerous possibilities such as the climate crisis. Just like that tiny drop overflowing the full glass…
In a nutshell, Corona said to the world: “You said it wouldn’t happen! You said it was impossible! You said it wasn’t allowed! You said they couldn’t! You said never!” Pointing its finger at the world, it started a disruptive wave of questioning and change in the minds, faiths and habits. And I’m glad that it did, because you can’t make room for the “new” without taking down the “old”, without changing paradigms…
I believe and I hope that we can reconstruct everything during and after this global shock, moral collapse, confusion, desperation and material and moral losses. Naturally, you will ask, “What about those that died of Corona, what about our losses?” The words fail for them. There are no words to describe how we feel… No matter how sad it is, we have to move forward rapidly…
This is not the first. The world has seen many pandemics in its time.
You can see the details on this link and Wikipedia. So why has the World turned it into such a big deal this time? Because it has never been this interdependent, wild, maniac and physically and cyberly connected overcrowded mass. The glass was almost full, ready to overflow; and Corona started the action as the last drop!
Corona is the advance signal now, only a Trailer… A Global “Crisis + Future Drill”…
“Corona salgını, COVID-19” ve 2020 yılı ile başlayan yeni on yıllık dilime denk geldi. Belki de getirildi. Şimdilik bilemiyoruz.
Her ne sebeple oldu ise ok yaydan çıktı. Önümüzdeki on yıl kritik.
2030’a kadar olan süreç ileride, dünyanın sanayi devrimi ve internet devriminden sonraki en yıkıcı, aynı zamanda da inşallah en yapıcı dönüşüm eşiklerinden biri olarak kayıtlara geçecek.
Corona dönemi, “zor oyunu bozar!” atasözünü en iyi açıklayan örneklerden biri olarak anlatılacak.
İnsanlık olarak, sürdürülebilir olmadığını bile bile, inatla ve parayı tüm değer sistemlerinin yerine koyarak devam ettirmeye çalıştığımız “açgözlü, doymaz” dönemlerimizden birinin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. “Daha çok, en çok, en en ama en güzel, daha yüksek, daha farklı” saçmalıkları, dayatmaları, önce ani fren yapar gibi duraklayacak, sonrasında “azar azar, yavaş yavaş, daha dengeli ve itidalliye” dönüşecek.
Üstelik bunu, aslında hepimizin bildiği ve farkında olduğu üzere (mesela iklim krizi), bir sürü ve daha büyük risk, hastalık, tehlikeli olasılığın yanında “ufacık” diyebileceğimiz “Corona virüsü” başlatmış olacak. Tıpkı dolan bardağı taşıran o minicik damla gibi…
Kısacası, Corona dünyaya bir sürü şey için “Hani olmazdı! Hani mümkün değildi! Hani izin vermezlerdi! Hani yapamazlardı! Hani asla idi!” dedi. Adeta nanik yaparak daha şimdiden zihinlerde, inançlarda, alışkanlıklarda yıkıcı (disruptive) sorgulama, değişiklik başlattı. İyi ki de oldu diyorum, çünkü eskiyi yıkmadan, paradigmaları değiştirmeden yeniye yer açılmıyor…
İnanıyor ve umuyorum ki küresel şok, moralman çöküş, şaşkınlık, çaresizlik, maddi-manevi kayıplar sırasında ve sonrasında, her şeyi yeniden yapılandırabileceğiz. Doğal olarak “Peki Corona’dan ölenler, ölecekler, kayıplarımız?” diye soracaksınız… Onlar için sözün bittiği yerdeyiz. Neresinden tutsak elimizde kalacak… Çok üzülerek de olsa o kısmını hızla geçmek zorundayız…
Bu ilk değil. Dünya daha önce de pek çok kez salgın (pandemic) tehlikesi atlatmış.
Bu linkten ve Wikipedia’dan detaylarına göz atabilirsiniz. Peki neden bu sefer, bu kadar büyüdü olay? Çünkü Dünya şimdiye kadar hiç bu kadar fiziksel ve siber olarak birbiri ile bağlı, bağımlı, azgın, şuursuz ve aşırı kalabalık hale gelmemişti. Bardak iyice dolmuştu, taşmaya hazırdı. Ve Corona son damla rolünü üstlenerek devinimi başlattı!..
Lorem Ipsum, dizgi ve baskı endüstrisinde kullanılan mıgır metinlerdir. Lorem Ipsum, adı bilinmeyen bir matbaacının bir hurufat numune kitabı oluşturmak üzere bir yazı galerisini alarak karıştırdığı 1500’lerden beri endüstri standardı sahte metinler olarak kullanılmıştır. Beşyüz yıl boyunca varlığını sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda pek değişmeden elektronik dizgiye de sıçramıştır. 1960’larda Lorem Ipsum pasajları da içeren Letraset yapraklarının yayınlanması ile ve yakın zamanda Aldus PageMaker gibi Lorem Ipsum sürümleri içeren masaüstü yayıncılık yazılımları ile popüler olmuştur.
Lorem Ipsum, dizgi ve baskı endüstrisinde kullanılan mıgır metinlerdir. Lorem Ipsum, adı bilinmeyen bir matbaacının bir hurufat numune kitabı oluşturmak üzere bir yazı galerisini alarak karıştırdığı 1500’lerden beri endüstri standardı sahte metinler olarak kullanılmıştır. Beşyüz yıl boyunca varlığını sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda pek değişmeden elektronik dizgiye de sıçramıştır. 1960’larda Lorem Ipsum pasajları da içeren Letraset yapraklarının yayınlanması ile ve yakın zamanda Aldus PageMaker gibi Lorem Ipsum sürümleri içeren masaüstü yayıncılık yazılımları ile popüler olmuştur.
Lorem Ipsum, dizgi ve baskı endüstrisinde kullanılan mıgır metinlerdir. Lorem Ipsum, adı bilinmeyen bir matbaacının bir hurufat numune kitabı oluşturmak üzere bir yazı galerisini alarak karıştırdığı 1500’lerden beri endüstri standardı sahte metinler olarak kullanılmıştır. Beşyüz yıl boyunca varlığını sürdürmekle kalmamış, aynı zamanda pek değişmeden elektronik dizgiye de sıçramıştır. 1960’larda Lorem Ipsum pasajları da içeren Letraset yapraklarının yayınlanması ile ve yakın zamanda Aldus PageMaker gibi Lorem Ipsum sürümleri içeren masaüstü yayıncılık yazılımları ile popüler olmuştur.
COVID-19 / TÜBİTAK / AR-GE VE TASARIM MERKEZİ DESTEKLERİ…
Merhaba sevgili dostlarım. Öncelikle, her açıdan güvenceli, daha mutlu bir gelecek diliyorum!
Covid-19 ile sarsılan dünyamızda, bir an önce sağlıklı günlere kavuşmak için, KOBİ’lere verilen özel destekler, tüm hızıyla devam ediyor. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde de, bunların başında “Ar-Ge ve Tasarım Merkezleri Teşvikleri” geliyor! Tübitak tarafından “Covid-19 Virüs” tedbirleri kapsamında, Ar-Ge personellerinin uzaktan çalışmasına da izin verildi. Bu nedenle, özelikle “Uzman Danışmanlık Şirketleri” de, bu konuyu; hizmet alanlarına dâhil ediyorlar!..
Bildiğiniz gibi, T.C. Sanayi Ve Teknoloji Bakanlığı tarafından, özel sektörde Ar-Ge Araştırma ve Geliştirme + Yenilik yoluyla, ülke ekonomisinin uluslararası düzeyde rekabet edebilir, özel bir yapıya kavuşturulması için; teknolojik bilgi üretilmesini, üründe ve üretim süreçlerinde yenilik yapılmasını, ürün kalitesi ve standartlarının yükseltilmesini, verimliliğin artırılmasını, üretim maliyetlerinin düşürülmesini, teknolojik bilginin ticarileşmesini, rekabet öncesi işbirliklerinin gelişmesini + Teknoloji, yoğun üretim, girişimcilik ve bu alanlara yönelik yatırımlarla Ar-Ge ve yeniliğe yönelik – doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye girişinin hızlandırılmasını, Ar-Ge kadroları ve nitelikli iş gücü istihdamının artırılmasını, desteklemek ve de teşvik etmek amacıyla, 5746 sayılı “Araştırma – Geliştirme (50 / 15 kişi) ve Tasarım (10 kişi) Faaliyetlerinin Desteklenmesi” hakkındaki “Kanun ve Yönetmelikler” kapsamındaki destekler, 2008 yılından bu yana yürürlükte! (Biraz uzun bir cümle oldu. Ama maalesef, orijinali böyle. J)
Ar-Ge Merkezi ile Tasarım Merkezi arasındaki en önemli fark; bir Ar-Ge merkezinde “Tasarım” faaliyet ve projeleri yürütülebilirken, bir Tasarım Merkezinde “Ar-Ge” faaliyet ve projeleri yürütülememekte, yürütülse bile desteklerden yararlanılamamaktadır.
Bu tespit, halen hangi merkezi kuracağını düşünen, kişi ve kurumlar açısından çok önemli!..
Çünkü özellikle, TÜBİTAK ve TEYDEB (Teknoloji ve Yenilik Destek Programları Daire Başkanlığı) gözetiminde yürütülen projelerin çoğunun “Ar-Ge” projesi olması nedeniyle, normal “Tasarım Merkezleri”nde bu projelerin yürütülmesi halinde, desteklerden yararlanma noktasında ciddi anlamda sıkıntılar söz konusu olabilmekte!
Ar-Ge veya Tasarım Merkezi Teşviklerinden yararlanmak için, önce kendimize veya şirketimize bazı sorular sormamız gerekmekte…
Ar-Ge Merkezi desteklerinden yararlanmak için, kendimize sormamız gereken sorular;
*) Ar-Ge Merkezimizde en az 15 (Bakanlar Kurulu kararınca NACE Rev. 2 başlığı altındaki Tv + Sinema + Vs. alanlar için 30) tam zaman / eşdeğer Ar-Ge personeli istihdam ediyor muyuz?
*) Ar-Ge faaliyetlerimizi yurt içinde mi gerçekleştiriyoruz?
*) İşletmemizde; yeterli Ar-Ge yönetimi ile teknolojik varlıkları, insan kaynakları, fikrî haklar, proje ve bilgi kaynakları yönetim yeteneğimiz ve kapasitemiz mevcut mu?
*) Ar-Ge Merkezimizde çalışan personelin, Ar-Ge merkezimizde çalıştığının fiziki kontrolünü yapacak mekanizmalarımız var mı?
*) Ar-Ge Merkezimizde yürütülmek üzere; süresi, bütçesi ve personel ihtiyacı tanımlanmış programlarımız ve projelerimiz mevcut mu?
*) Ar-Ge Merkezimiz ayrı bir birim şeklinde örgütlenmiş olup, tek bir yerleşke veya fiziki mekân içinde mi yer alıyor? Şeklinde olabilir!
Yukardaki soruların cevabını “Evet” olarak verebiliyorsanız? Siz de, potansiyel bir “Ar-Ge Merkezi”siniz demektir!..
Tasarım Merkezi desteklerinden yararlanmak için, kendimize sormamız gereken sorular ise;
*) Tasarım Merkezimizde en az 10 tam zaman / eşdeğer tasarım personeli çalıştırıyor muyuz?
*) Tasarım faaliyetlerimizi yurt içinde mi gerçekleştiriyoruz?
*) İşletmemizde; yeterli tasarım yönetimi ile teknolojik varlıkları, insan kaynakları, fikrî haklar, proje ve bilgi kaynakları yönetim yeteneğimiz ve kapasitemiz mevcut mu?
*) Tasarım Merkezimizde çalışan personelin, tasarım merkezimizde çalıştığının fiziki kontrolünü yapacak mekanizmalarımız var mı?
*) Tasarım Merkezimizde yürütülmek üzere; süresi, bütçesi ve personel ihtiyacı tanımlanmış programlarımız ve projelerimiz mevcut mu?
*) Tasarım Merkezimiz ayrı bir birim şeklinde örgütlenmiş olup, tek bir yerleşke veya fiziki mekân içinde mi yer alıyor? Şeklinde olmalı!
Yukardaki Soruların Cevabını “Evet” Olarak Verebiliyorsanız? Sizde Potansiyel Bir “Tasarım Merkezi”siniz Demektir!..
(Bu noktada katkılarından dolayı Sn. Ahmet Kandemir’e en içten teşekkürlerimi sunuyorum!)
Evet! Bu soruların çoğunluğuna evet diyebiliyorsak harekete geçip, varsa diğer eksiklerimizi de tamamlayıp başvuru formuna yönelebiliriz. Daha sonraki süreçlerde de, konuyu yakından takip edecek kendi içimizden uzman bir ekip oluşturmak veya bu konuda danışmanlık hizmeti almak, en akılcı yol olarak gözüküyor.
Tüm işlemler kurallara uygun olarak yapıldığında; Ar-ge Merkezleri için Ar-ge indirimi, Tasarım Merkezleri için Tasarım indirimi bulunmaktadır!
Her ikisi içinde, üretim ve personel maliyeti yönetimini sağlayan; “Hammadde + Yardımcı Madde + İşletme Malzemeleri + Yedek Parça + Stok Giderleri + Amortisman İndirimleri + Gelir Vergisi Stopaj Teşviki + SGK İşveren Hissesi Desteği + Damga Vergisi İstisnası + Gümrük Vergisi İstisnası” söz konusudur!..
İki merkez arasında teşviklerdeki tek fark “Temel Bilimler Desteği”dir. Bu destek sadece Ar-ge Merkezlerini kapsar. Yani; “Temel Bilimler Desteği”nde Ar-Ge Merkezleri için teşvik ve destek söz konusu iken, maalesef bu destek Tasarım Merkezlerini kapsamamaktadır.
Sadece, Teknoloji Geliştirme Bölgelerinde yani Teknoparklarda faaliyet gösteren firmalara sunulan “Temel Bilimler Desteği” 4691 sayılı Kanunun 8 inci maddesine eklenen yeni hüküm uyarınca; temel bilimler alanlarında en az lisans derecesine sahip Ar-Ge personeli istihdam eden TGB Firmalarının, bu personelin her birine ödedikleri aylık ücretin, brüt asgari ücret kadarlık kısmı, iki yıl süreyle TC Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından karşılanacağı ifade edilmiştir. (Temel Bilimlerin de; Matematik + Fizik + Kimya ve Biyoloji lisans programları olduğunu zaten hepimiz biliyoruz. J)
Tabii bu arada; Pazarlama + Pazar araştırmaları + Satış geliştirme + Kalite kontrol + Maden rezervleri arama ve sondaj + İlaç üretim izni öncesinde en az iki aşaması gerçekleştirilmeyen klinik çalışmalar + Programlama dilleri ile işletim sistemleri hariç olmak üzere web sitelerinin ve benzerlerinin hazırlanması + Yardımcı mevcut yazılımların kullanılması suretiyle yapılan iş yazılım geliştirme faaliyetleri + Kuruluş ve örgütlenmeyle ilgili araştırma giderleri + Üretim ve üretim altyapısına yönelik yapılan yatırım faaliyetleri + Ticari ve seri üretim planlanması + Vs. Gibi faaliyetlerinde, destek kapsamı dışında kaldığını unutmamak gerek!
T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ar-Ge ve Tasarım Merkezleri Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen Ar-Ge ve Tasarım Merkezleri Teşvikleri kapsamında daha sonra yapılması gereken ise kurumunuz ve destek istediğiniz merkezinizle ilgili / eğer 1 den çok merkeziniz varsa / her merkez için ayrı ayrı evraklarınızı hazırlayarak Bakanlığın web sitesinden online müracaatınızı yapmak ve yola çıkmaktır. (COVID-19 Salgını sonrası personelin evden çalışması da mümkün!)
Netice de bu açıklamalar ışığında Ar-Ge veya Tasarım Merkezi destekleri konusunda olumlu bir fikre sahip olursanız, yola çıkmadan önce iyi bir ekip oluşturmanız şart diye düşünüyorum!
Bu ekibinizle veya dışardan destek alıyorsanız danışmanlık şirketinizle; Hedefinizi Planlayın + Sakin Olun + Değerlerinizi ve Kıymetinizi Bilin + Konunuza Hâkim Olun + Dinleyin + Zamanı İyi Yönetin + Egolarınızı Bir Kenara Bırakın + Israrcı Olmayın ve Tehdit Etmeyin + Ucu Açık ve Net Sorular Sorun + Önceliklerinizi Belirleyin + Konuları Netleştirin + 5 N ve 1 K Saptamalarını İyi Yapın + Yıllık Sonuç Raporunu Yazılı Hale Getirin! (Karar Alma + İkna + Müzakere Teknikleri)
Eğer bu şekilde akılcı bir yaklaşımla hareket ederseniz, en az iki yılda bir Bakanlık Denetimine tabi olan merkezinizde, ulusal ve uluslararası kurumlarca desteklenen Ar-Ge projeleriniz gibi; Rekabet Öncesi İşbirliği Projeleriniz + Teknogirişim Sermayesi Desteğiniz + Tasarım Patent ve Tescil Desteğiniz + Herhangi bir kamu kurumundan destek alınmadan Öz Kaynaklarla Gelişen Ar-Ge ve Tasarım Proje Desteklerinde başarılara uzanmak, sizin için çok daha kolay olacaktır!
Bu başarılarınızda da, bu yazımın bir yararı olacaksa, ne mutlu bana…
Corona virüsünün tüm dünyayı kasıp kavurduğu şu günlerde, bu tür özel sağlık desteklerinin, doğru yaklaşımlarla insanımıza ve ülke ekonomimize her zaman yararlı olacağına inanıyorum.
Daha mutlu bir gelecek için… Tüm virüslerden uzak ve bol destekli güzel günler diliyorum!
İndeks Konuşmacı Ajansı Üyesi, Prof. Dr. Murat Yülek, Kuzey Kıbrıs için Alternatif Makroekonomik Politika Yönelimleri Paneli’ne katıldı. 21 Aralık 2017’de Doğu Akdeniz Üniversitesi ile Kıbrıs Yatırım Ajansı iş birliğinde düzenlen panelde Murat Yülek, 100 milyar dolar seviyesinde, dünyada en fazla yatırım çeken ülkelerden olan Hong Kong’un ekonomik gelişimi ve stratejilerini örnek olarak anlattı.
Hong Kong nasıl başardı?
Dünyanın en serbest ekonomilerinden olan Hong Kong, yoksul bir başlangıçtan 37 bin dolarlık kişi başına düşen gelir seviyesini nasıl yakaladı? Sanayi ile hizmet sektörleri arasında nasıl bir dönüşüm yaşadı? Kıbrıs ekonomisi için Hong Kong’dan hangi dersler alınabilir? Murat Yülek bu sorulara dair görüşlerini paylaştı.
KKTC Merkez Bankası ve YAGA sponsorluğunda düzenlenen panele Kıbrıs Merkez Bankası, ticari bankalar ve adada faaliyet gösteren önemli şirketlerin temsilcilerinin yanı sıra çok sayıda akademisyen de katıldı.
Uzayda yaşam konusunda kamuoyu bilinci oluşturan, bu alanda tasarım çalışmaları yapan İndeks Konuşmacı Ajansı üyesi Ayşe Ören, katıldığı etkinliklerde fark yaratmaya devam ediyor.
Uluslararası toplantılarda konuşmalar
Yurt dışında NASA gibi prestijli kurum ve kuruluşlar bünyesinde gerçekleştirdiği konferans ve söyleşilerle hatırı sayılır bir kitle tarafından yakından takip edilen İndeks Konuşmacı Ajansı üyelerinden Ayşe Ören, ülkemizi dünyanın dışında ve ötesinde kurulacak yaşam formları için öneri, fikir geliştirme yani uzay mimarlığı kavramı ile tanıştırmış olan sıra dışı bir isim. 2015 yılından beri uzun dönem uzay misyonlarında mekan tasarımı konusu üzerine hem Türkiye’de hem dünyada çeşitli konferanslar veren Ayşe Ören, ufuk açıcı konuşmalar gerçekleştiriyor.
Akıllı toplumlar, yalnızlaşan insanlar
Ören, konuşmalarında süper akıllı toplumun bireylerinin yapısının nasıl olması gerektiğinden modern yaşamın insanoğluna pek çok fırsatlar sunmanın yanında onu yalnızlaştırdığına da vurgu yapıyor. Mükemmele ulaşmanın uzun ve zorlu bir süreç olduğunu, mevcut yapının halihazırda üstümüze pek iyi oturmayan bir elbise gibi olduğunu bu nedenle de yeni sürecin eskisinden daha farklı gelişeceğine vurgu yapıyor. Geleceğin akıllı şehirleri ile ilgili hayata geçirilecek uygulamalara dair yol haritası, sorun ağacı çıkarılması ve çözüm geliştirme sürecinin nasıl olması gerektiğinin yanında bu konuda kamu otoritelerinin üzerine düşenleri mercek altına alıyor.
2040 sonrası gelişecek uzay devrimi bizi ve tasarımlarımızı nasıl etkileyeceği konusu, uzayda tasarım yapmak ne demek gibi sorular Ayşe Ören’in merak edilen konuşma başlıkları.
Ayşe Ören’in farklı fikirlerini paylaştığı söyleşilerine linkten ulaşabilirsiniz.
Marka Stratejisti Ömer Yılmaz, uyanın diyor; “Post Truth” döneminde yaşıyoruz, gerçekler dönemi bitti.” Niye 2 liralık domates 6 lira? Niye 4 liralık elektrik faturası 18 lira? Niye’leri çözdüğümüzde Yılmaz’a göre anlamlanma başlayacak.
Üreticileri unutmamalı
Türkiye’de alıcının hiçbir zaman gücünün farkında olmadığını iddia ediyor. Haksız da sayılmaz… Tüm söylemler tüketiciler için değil. Üreticinin de pazar ortamını, ham madde fiyatlarını anbean takip ederek üretimini sürekli modifiye etmek zorunda olduğunu hatırlatıyor. Pazar tepkilerinin işlerine nasıl yansıdığını ölçerek önlem almaktan başka çareleri olmadığını söylüyor.
Özetle konfor alanları kalmayan, diken üstünde ve sürekli hareket halinde bir pazarlama ve satıştan söz ediyoruz; “Oturan bir satıcı ya da pazarlamacı görürseniz kovun. Net söylüyorum. Bugün oturma zamanı değil.”
Pazarlama iletişimi nasıl planlanmalı?
Yılmaz’ın ilginç tespitlerini uzun ve keyifli söyleşisinde detaylarıyla bulacaksınız. Altını çizdiği bir konuya daha önemine binaen değinelim; pazarlama iletişimi bütçelerini doğru kanalize etmekten başka çare kalmadı; “Reklamın yarısı boşa gider ama hangi yarısı boşa… Kimsenin boşa gidecek 1 kuruşu yok. En alttan en tepeye kadar her bir çalışan, markasının vicdanı olmak zorunda. İletişimciler de markaların vicdan bekçileridir. Bir kişiyi bir kere kandırırsınız, ikinci kez asla!…”
Keşkeleriniz var mı? Daha ileriye gidebileceğinizi düşündüğünüz oluyor mu? Yapmasaydım dedikleriniz neler? Bugünkü aklınız olsa daha farklı yerlerde, daha güzel günlerde olur muydunuz…. Kim bilir! Tabii öncelikle siz.
Sedat Birol, Eczacıbaşı Holding Sağlık Grubu ve Kurumsal İletişim Eski Grup Başkanı. Aslında doğuştan yaşam koçu. Sanırsınız motivasyon ve enerjiye doğmuş. Keşke böyle olsaydı. Çünkü ondan öğreniyoruz ki, motivasyon, enerji, mutluluk öğrenilmesi gereken konular. Emek isteyen, yatırım yapılan özellikler. Peki nasıl? Bu sorunun yanıtını Birol’un söyleşisinde bulacaksınız.
Duygusal zeka neden önemli?
Duygusal zekanın öne çıktığını ifade ediyor Birol; “IQ’ su yüksek olan insanların yüzde 85’inin duygusal zekası yüksek olan insanlara rapor ettiğini görüyoruz. Duygusal zekâsı yüksek olan insanlar ne için daha başarılı oluyorlar? Çünkü yükseldikçe konuyu bilmenin önemi azalıyor, insanları yönetmenizin önemi artıyor. Duygusal zekası kuvvetli olan insanlar kendilerini iyi tanıyorlar, iyi yönetiyorlar ve empati kurabiliyorlar.
Sedat Birol’un hayatta başarı formulü: Pozitif olmak. Esnek olmak. Kalite çok önemli. Sorumluluk almak. İletişim kurmak. Soru sorabilmeve dinleme. Hedef belirleme. Önceliklendirme ve uygulama.
Hepsi bu kadar değil elbette detayları söyleşimizden izleyebilirsiniz.
Corona bizi teslim alırken, farkında olmadan öğrenme ve adaptasyon yeteneklerimizi çarpan etkisiyle değiştiriyoruz, ama yolumuz uzun, değiştirmeye devam etmemiz şart. Artık ok yaydan çıktı, geriye dönüş bu saatten sonra pek mümkün görünmüyor.
Bilgi teknolojilerinde uzman
Kurumların henüz yapmamışlarsa kalibrasyon işlemlerine başlamalarını öneriyoruz. Gülay Savaş, doktor mühendis yönetim danışmanı, İndeks Konuşmacı Ajansı uzmanlarından. Yıllarca kurumların bilgi teknolojileri konusunda gelişmeleri için teknik kişi olarak çaba gösterdi, bu süreç içinde kurumların eksiklerini, tamamlanması gereken parçalarını teşhis etti ve bu süreçle ilgili yöntemler geliştirdi.
Akıllı bir çalışma sisteminin ancak teknolojiyi kendimize, kendimizi de teknolojideki gelişmelere adapte ederek mümkün olabileceğini ifade eden Savaş temel eksikliğimizin bilgiyi yönetememekten kaynaklandığını söylüyor: “Bilgi bizi yönetiyor”. Zaten tehlike de bu!…
Verimlilik nasıl sağlanır?
Kurumlar iş süreçleri boyunca bilgi üretiyorlar, bu bilgileri yönetememeleri verimliliklerini düşürüyor, hedeflerini yakalayamamalarına neden oluyor.
Konuyu detaylarıyla ele aldığı benzer yazılarına Savaş’ın profil sayfasından ulaşabilirsiniz. Söyleşileri dijital formatlarıyla linkten izlenebilir.
Konuşmak ciddi anlamda bilişsel bir çaba gerektirir. Anlatılacakların kurgulanması, sıraya konulması, en uygun kelimelerin seçilmesi, duyguların ve vurguların eşleştirilerek bir bütünlük sağlanması karşımızdaki kişide güven yaratmak için sürekli olarak kontrol etmemiz gereken bileşenlerdir.
Bu zorlukların da ötesinde odaklanma ve konuşma becerilerimiz “düşünen beynin” işi olduğu için konuşurken dikkatimizi karşımızdakine vermemiz de güçleşir. Çünkü an itibarı ile sadece ifadelerimize ve nasıl göründüğümüze odaklanırız. Oysa ilişkilerde uyumu yakalayabilmek ve bağ kurabilmek için karşımızdakini daha iyi tanımaya ihtiyaç duyarız. Ancak konuşan kişi hep biz olduğumuzda odak noktasının kayması ve zihnimizin sadece bizimle meşgul olması sebebi ile bu bilgilere ulaşamayız. Empati kuramadığımız için de karşımızdaki kişinin ne düşündüğünü, nasıl hissettiğini ve niyetini anlamamız mümkün olmaz.
Kendin olmak
Bu çerçevede, bizler konuşurken “sözde mükemmel” imajımızı ve diğerlerinin nazarındaki yerimizi koruyabilmek adına oldukça temkinli davranırız. Bulunduğumuz sosyal çevrede kabul görmek adına düştüğümüz en büyük hatalardan biri de başkalarının bizim hakkımızda olumsuz yargılara varabileceği endişesi ile kendimiz gibi davranmak yerine, olmamız gerektiğini düşündüğümüz veya olmamız beklenen o mükemmel kişinin görüntüsünü ümitsizce vermeye çalışmamızdır. Ancak burada yapacağımız tek bir hata bile tüm bu sistemin çökmesine neden olabilir. Bazen anlatacaklarımızı içselleştiremediğimiz, bazen de sosyal bir ortamın yarattığı baskı nedeniyle kendimizi doğru ifade edemediğimiz için sözlerimiz ve davranışlarımız arasında çelişkiler ortaya çıkabilir. Her iki durumda da karşımızdaki kişi bu durumu hisseder ve güven noktasında tereddütler yaşamaya başlar. Kendini korumak adına da sonraki ifadelerimizde duyduğu bu güvensizliği haklı çıkaracak ipuçları aramaya başlar. Pusuya yatmış bir şekilde “Acaba şimdi nasıl bir hata yapacak?” diye dinlemeye başlar ve bunu bize de hissettirerek bizi hata yapmaya zorlar.
Önce iyi bir dinleyici olmak gerek
İyi bir iletişimci olmak için iyi bir dinleyici olmak gerekir. Çünkü istediğimiz bilgiye ulaşabilmenin tek yolu karşımızdaki hakkında samimi bir ilgi ve merak duymaktır. Görüşme öncesinde bilinçli olarak kendi duygu ve düşüncelerimizi geçici bir süre askıya alabilir ve sadece karşımızdakine odaklanabiliriz. Bu yoğun dikkat ve odaklanma sayesinde tüm algılarımız aradığımız bu bilgilere açık hale gelir ve bizim için “görünmeyeni görünür kılmaya” başlarız.
Ayrıca, konuşmak tehlikeli de bir oyundur. Çünkü konuşmaya çok hevesli olursak dinleyenlerin tüm dikkatini üzerimizde toplarız ve insanlar bizi acaba şimdi “nerede hata yapacak” diye dinler. Karşımızdaki bizi sürekli olarak gözler ve kendi filtrelerine göre taraflı bir değerlendirme yapar. Böyle ağır bir sorumluluğu taşımak ve bağ kuramama riskini göze almak yerine önceliği karşımızdakine bırakabiliriz. Böylelikle hem bu baskıdan ve yükten kurtulmuş oluruz hem de ona kendini değerli hissettirmiş oluruz ki bu da bize güven ve takdir olarak geri döner. İlişkide gözlemci pozisyonuna geçerek avantaj yaratabilmek için bırakalım topla o oynasın.
Sabır ve nezaket
Dinleme konusunda çok iyi eğitilmiş kişiler bile karşısındaki konuşurken kendisini belli bir noktaya kadar tutabilir ve içten veya sözde bir saygıyla beklediği sırası geldiği anda da konuşmaya başlar. Hatta öyle anlar olur ki bir şeylerin yanlış gittiğini düşünerek iyi niyetle “Burada çok önemli bir ayrıntıya değinmek istiyorum” diyerek araya girer ve konuşmayı bölme ihtiyacı duyar. Konuşan kişi eksik bilgiyle yanlış bir değerlendirme yapsa da veya haksız olduğu su götürmez bir gerçek olsa da sözünü bitirmesini beklemek zorundayız. Çünkü hiçbir şey ama hiçbir şey konuşanın sözünden daha değerli olamaz ve hiç kimse ama hiç kimse sözünün kesilmesine tahammül edemez. Bu noktada göstereceğimiz sabır ve nezaket karşı tarafın da bizi konuşurken aynı şekilde dinlemesini sağlar.
Sorularla teyid etmek
Bununla birlikte onu sabırla dinlemek ve anladığımızı göstermek ona hak verdiğimiz anlamına gelmez. Ancak onu duyduğumuzu ve anladığımızı gösterebilmek aramızda güvenin tesis edilebilmesi adına çok önemlidir. Çünkü karşımızdaki kişi bize sesini duyuramadığını ve anlaşılmadığını düşünürse kendisini daha iyi nasıl ifade edebileceğini bulmak üzere kendi içine döner. Aynı anda iki farklı şeye odaklanamayacağı için zihni yeni konuşmasını kurguladığı sırada kulağının bizde olmayacağı gün gibi aşikârdır. İletişimi koparmamak adına karşımızdakine söz arasında “Seni doğru anlamış mıyım?” veya “Anlattıklarından çıkardığım kadarı ile…” gibi onu takip ettiğimizi gösteren ifadelere yer verebiliriz. Bunun ilk faydası, duyduğumuz şeylerin gerçekten anlatılmak istenen şeyler olup olmadığını görebilmektir. Diğer faydası da, konuşma sırası bize geldiğinde onun da aynı dikkat ve saygı ile bizi dinlemeye meyilli olmasıdır.
Yazar ve İndeks Konuşmacı Ajansı’nın değerli bir üyesi olan Nedim Gürsel’in son kitabı “Piramitlerin Gölgesinde, Mısır’a Yolculuk” yayınlandı. Kitapları 12 dile çevrilen ve onlarca coğrafyada kendine yer bulan Gürsel; son kitabıyla adını bu alanda bir kez daha duyurdu.
“Nedim Gürsel firavunlar döneminden günümüze, eski Mısır mitolojisinden Nobel Ödüllü yazar Necip Mahfuz’un Kahire’sine doğru eşsiz bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Dinsel inancın kaynağını araştırıp sorgularken Nil Nehri boyunca eski uygarlıkların izini sürüyor.”
Gize’nin soluk renkli topraklarına ayak basıp devasa taşların üzerinde parmaklarınızı gezdirirken soluğu piramitlerin gölgesinde alıyorsunuz Nedim Gürsel’in sayfalarını karıştırınca.
Flaubert, Pierre Loti gibi ünlü Fransız yazarların penceresinden sfenksleri seyredince, heybetli heykelin gözlerinde firavunun şiddetini görüyor gözleriniz. Henüz siz şaşkınlığınızı üzerinizden atamamışken sfenksler birden konuşmaya başlıyor sizinle, Gürsel’in kaleminden.
Ölüler evrenine seyahat
Duvar resimleri, hiyeroglifler ve kabartmalar ile yazarın da deyimiyle ölüler evrenine seyahate çıkıyorsunuz.
Mika Waltari’den Necip Mahfuz’a farklı pencerelerden eski Mısır dünyasına uzanıyor; kendinizi, kâh bir çölde, Krallar Vadisi’nde rüzgâr esintisiyle bacaklarınıza kum tanecikleri çarparken, kâh Kahire’de bir kahvede çaydanlık tıkırtıları ve dünyanın dört bir yanından gelen insanların sesleri arasında kaybolurken buluyorsunuz.
Sıra dışı bir yaklaşım
Gerek Akhenaton’un kanla sulanmış Nil coğrafyasında barış ve inanç mücadelesini anlatırken, gerekse büyülü efsaneler ve iddialı rivayetlerle okuyucusunu sarsmaktan geri kalmayan yazar, bir gezi yazısının da böylesine çarpıcı olabileceğini gözler önüne seriyor.
Nedim Gürsel, İndeks Konuşmacı Ajansı bünyesinde Türk edebiyatı, söyleşi ve bir dünya vatandaşı gözüyle Avrupa’da Türkiye başlıklarının yanında gezi alanında da dinleyenlerle buluşuyor.
Algoritma kölesi, kendi yankısına ses veren, herkesin kendisine benzediğini sanan, hayatı “hiper normal” sürdüren, yalnız, stokçu, cebindeki paranın hesabına kartal, kadını görece erkeğinden daha mutlu, ölmez sağ kalırsak tadında fütürist… Bilin bakalım tanım kime işaret ediyor. Yanıldığınızı sanmam tabii ki biz!
Son yıllarda diyerek söze başlayacaktım, ama yazarken demode kaldı, son günlerde duyduğum ve veya okuduklarım daha önce duyup okuduklarıma benzemiyor… Adeta her şeyi yeni öğreniyor gibi hissediyorum kendimi. Akan Abdula da gerek yaptığı iş gerek uzmanlık konuları anlamında tam da böyle bir duyguya hitap ediyor. Kendisini geçmiş dünyanın kodlarıyla reklam, iletişim, pazarlamayla anabilirim. Yeni dünyanın kodlarıyla tanımlamak gerekirse “tüketici iç görüleri uzmanı” demeliyim. Böyle tembihledi… Nedir bu demeyin aslında hayli pratik, şöyle ki; evrilen ihtiyaçlar ile fırsatlardan ortaya çıkan disiplinler arasında derinleşen bir uzmanlık. Kağıt üzerindeki yaşamla realite arasında oluşan farkın ta kendisi. Zaten bu da Türkiye ve biz. Bu keyifli söyleşiyi paylaşmaktan mutluyum, söyleşiyi youtube kanalımdan da izleyebilirsiniz.
Akan Abdula ile söyleşi
Tüketici iç görüleri uzmanı tam olarak ne yapar?
Veri odaklı olduğumu söyleyebilirim. Datayı farklı okuyan biri olduğumu düşünüyorum.
Datayı sizin gözünüzden okursak 2019’u 2023’ü nasıl analiz etmeliyiz? Nasıl bir Türkiye, nasıl bir dünya var?
Algoritmalardan girebilir miyim? Algoritmalar çok önemli. Bu algoritmalar çok belalı şeyler. Önce bizi tahmin etmek, öngörebilmek için hayatımıza girdiler. Şimdi bizi daha öngörülebilir kılmak için hayatımızı yönlendiriyorlar. Yaptığımız seçimlerden bizi anlaması gereken algoritma, bize seçim yaptırıyor. Algoritmalar başa bela, çünkü bizi tanıdıktan sonra sadece bizi bize göstermeye başlıyor. Bizi bir yankı odasında hapsediyorlar.
Facebook ya da bütün bu sosyal medya gibi mi?
Bir kavram var: “Hiper-normalleşme”. Şu anlama geliyor: “Ben normalim zaten. Bana benzeyen herkes normaldir. Bize benzemeyen hiç kimse de normal değildir. O yüzden kendi kozamıza, yankı odamıza kapanalım.” Bunu niye böyle anlatıyorum. Çünkü algoritmalar sayesinde polarize edilmiş bir ülkede yaşıyoruz.
Bütün dünya öyle aslında.
Dünya da oraya gidiyor. Polarize olduğumuz, kozamızda yaşadığımız dünyada, Türkiye’yi doğru anlamamızı önleyen şeylerden bir tanesi… Türkiye’yi doğru anlamamız için yankı odasından çıkmamız lazım.
Yani yanılsama diyorsunuz değil mi?
Müthiş bir yalnızlığa girdik …
Herkesi kendimiz gibi sanıyoruz ama öyle değil aslında.
Öyle değil. Onun için, Türkiye’yi doğru anlamak istiyorsak, 2019’u konuşacaksak, 2023’e kadar konuşacaksak, bu algoritma dünyasını anlamalıyız. O yankı odaları etkisini azaltmamız ve yankı odalarından çıkmamız lazım. Türkiye değişiyor, Türkiye fena halde değişiyor.
Nasıl?
2019 üzerinden başlayayım. Bizim elimizde büyük bir data var. Aslında ekonomik problemler 2018 yılında başlamadı. Biz kendi datamıza baktığımızda 2014 yılına kadar, her şey güllük gülistanlıktı. Motivasyonları takip ediyoruz. Eğlence ve canlanma ciddi şekilde artıyordu. Özellikle ev hanımlarında çok yüksekti. İktidarın en başarılı yaptığı şey, ev hanımlarını sokağa çıkartmak, daha aktif hayatın peşine takmak oldu.
Bilerek mi yaptılar bunu?
Bilerek yaptılar çünkü bakacak olursanız, bilerek olmasaydı, bu kadar sahada ev hanımları ile yakın çalışma yapmazlardı. İktidar partisinin teşkilatlarında ev hanımları var. Dolayısıyla planlı, doğru bir strateji uyguladılar. 2014’te eğlence ve canlanma durdu. Bir anda iki farklı motivasyon canlanmaya başladı: Birincisi güven, ikincisi de kontrol. Güven ve kontrol yükselmeye başlayınca, biz markalarımıza, “dikkat bir şeyler başlıyor” demeye başladık.
Güven yukarı çıkınca ne anlamak lazım?
Hayır. Güven istiyor, kontrolsüz hissediyor hayatı. Bir şeylerin kontrolden çıkacağını düşünüyor, kendisini güvende hissetmek istiyor. Eğer güven ve kontrol istiyorsa, bu onda yoktur anlamına geliyor. Terör dahil bir sürü olay oldu ülkede. Ekonomik bazı sorunlar da başladı. “Teğet geçti” söylemlerinden sonra hissetmeye başladık. 2017 yılında biz kendi verilerimizde güven ve kontrolün, eğlence ve canlanmayı geçtiğini gördük. Markalarımızı uyardık; güven ve kontrole odaklanmış bir tüketici dünyası var. Bunlar güvende olmak, bir şeyleri kontrol etmek istiyorlar. Ekonomide bir sorun yaşayacağız.
Sizin dilinizde bunun tercümesi nedir? Markayı ne şekilde uyarıyorsunuz?
Aslında yapılması gerekenler listesi verdik: “İşi CRM’e taşıyın. Elinizdeki tüketiciyi nasıl tutacağınıza dikkat edin. Kampanyalarınızda büyük mutluluk sözleri vermeyin. Sizden bekledikleri ayağı yere basan, hayatlarını düzeltecek önermeler…” Hangi hedef kitlelerle daha çok konuşmaları gerektiğini aktardık. Bu arada ev hanımları, hala mutlu, hala eğlencede.
Ev hanımları mutlu?
İç görüsünü vereyim size. Onların dilinden konuşacağım, lütfen yanlış anlamayın seksist gibi bir algılama olmasın, sosyolojik bir analiz olarak görün: Ekonomi iyiyse koca güçlü. Ekonomi zayıfladığında, koca zayıflıyor, alışverişle başa çıkmıyor ev kadınının eli güçlenmeye başlıyor. Kocası diyor ki: “Artık ben başa çıkamıyorum. Bundan sonra evin Ekonomi Bakanı sensin”. Dolayısıyla ekonomik krizi hissettiğiniz anda, ev hanımının pozisyonu güçleniyor. Bir rakam vereyim 2017’ye kadar koca eve ayda 450 TL para bırakıyordu şimdi 600 TL’ye çıkardı. Kocası işini koruduğu sürece, ev hanımı hala mutlu gibi görünüyor.
Biz, markalara odağınızı ev hanımlarına çevirin, parası arttı harcamaya devam edecek dedik. Mesela emekliler görünüyordu. Emekliler genelde ekonomik olarak mutsuz bir kitle ama onların içinde de harcayacak parası olan, büyüyen bir kitle var. İyi hayat peşindeler, harcama peşindeler, Bodrum’a yerleşme peşindeler. Onları da odağa koyabiliriz. Bazı önerdiğimiz kitleler var ki, kimse dokunmuyor.
Kimmiş onlar?
TÜİK verilerine bakacak olursanız, Türkiye’nin tarihinde bu kadar boşanma oranı yok. Türkiye boşanıyor. Ülkenin gerçeği. Boşanan kadınları anlamaya çok odaklıyız şu anda. Çok enteresan bu segmentler. Şöyle enteresan: Bizde boşanan kadınlarımızla, Avrupa’nın, Batı’nın boşanan kadınını karşılaştırdığınızda şöyle bir fark var. Bizdeki boşanan kadınların büyük kısmı çocuklu. Bu kadınlar, çocuklarıyla beraber, boşandıktan sonra çocuklarına sorumluluk duydukları için, yeni bir eve geçiyorlar, hayatlarını yeniden kuruyorlar. Bütün sorumluluğu üzerlerine alıyorlar. Bu arada eşlere, erkeklere baktığımızda onları bulamıyoruz, kayıplar.
Kuvvetli bir kadın modeline dönüşüyor öyle mi?
Bütün sorumluluğu üzerine alıyor. Çalışma noktasında, kariyer noktasında yükselmesi gerekiyor. Çocuğa karşı sorumluluğu var, çünkü baba ortalıkta yok. Babada film kopuyor boşandıktan sonra. Markalarımıza bunu da söylüyoruz. Nasıl etkiliyor pazarı? İnşaat sektörünü birebir etkiliyor. Çünkü bu kadınlar 50 m2’lik daireleri satın alıyorlar, bu segmentte patlama var. Buradan da yola çıkarakdiyorum ki, markalar boşanmış kadınlara bir şey yapmıyor. Bu kadınlar büyüyorlar ve harcayacak paraları var. Maalesef biz pazarlamayı aile değerleri üzerine oturttuğumuz için boşanmış bir kadınla bile konuşmak istemiyor. Biz Türkiye’nin tutumlarıyla davranışlarının birbirini tutmadığını düşünüyoruz.
Yani sosyolog gibi çalışıyorsunuz siz.
Datayı başka türlü okuyamazsınız zaten. Herkes “big data” konuşuyor. Big data çok şeyi de gizliyor bizden aslında. Yankı odaları kapatıyor bazı şeyleri. Datayı doğru anlarsak yeni damarlar bulabiliyoruz. Markalar krizden etkilendi tamam. Peki arkadaş, “farklı olarak neyi yapıyorsun” diye sor kendine… Datayı farklı okuyamıyorsan, yeni damarlar bulamıyorsan, yeni strateji geliştiremiyorsan, farklı sonuç elde etmeyi niye bekliyorsun? Aynı sonuçları elde edeceksin.
Davranış ve tutumlarımız bir değil dediniz ne anlamam lazım?
Herkes Türkiye’nin çok muhafazakarlaştığını düşünüyor. Türkiye modernleşiyor. Modernleşen, değerlerimiz. Bu koza ekonomisine bir örnek; artist kızımız nerede kavga etti kapalı kızlarımızla? O barda o kızlar ne arıyordu? Niye aramasınlar? O kızlar o bara gidebilirler. Modern-muhafazakar bir kitle doğdu ve ciddi şekilde büyüdü. Muhafazakar değerlerini koruyan ancak modern hayatın tüm faydalarından yararlanmak isteyen bir kitle büyüyor.
Her yerdeler.
Girsin, çıksın, yaşasın. Çünkü modern-muhafazakarla endişeli modernin sürekli kavga ettiği, ayrıştığı dünyanın tek çaresi, aynı yerde bir araya gelmesi. Birilerinin şunu söylemesi gerek; “Kozalaşıyorsun, kavga ediyorsun ama bak aynısınız. İkiniz de aynı şeyi istiyorsunuz, modern hayatın faydalarını, güzel hayat yaşamak, kolay yollardan bir şeylere ulaşmak istiyorsunuz. Kardeşsiniz siz.” Modernleştikçe bu iki kitlenin paylaştıkları ortamlar, siteler, hayat tarzları aynı olmaya başladıkça el sıkışacaklar ve bir araya gelecekler.
KONDA verisi paylaşacağım, kitleye sormuş; yüzde 40’a yakını estetik ameliyatının kabul edilebilir bir şey olduğunu söylemeye başlamış. Ortak noktalarda buluşabiliyoruz. Tutum ve davranışa getireceğim. Biz tutumlarda, Türkiye muhafazakârlaşıyor gibi bir dünyadayız. Hayır. Türkiye’de, bir kitle muhafazakar olabilir, bir kitle daha endişeli olabilir ama modernlikte yatay kesen bir duygu var. Türkiye kendi değerleri açısından aslında modernleşiyor. Ülkeden, ekonomiden bahsetmiyorum. Değer anlamında modern hayatın peşindeyiz.
Konjonktüre dönecek olursak 2019-2020 beklentilerinizle devam edelim mi?
Biz markalarımıza, “Rahat olun, her şey çok iyi olacak” diyemiyoruz. Ama, “Enseyi karartmayın” diyoruz. Ölmeyeceğiz, bu ülke çok kriz yaşadı, bu krizi de atlatacağız. Temkinli olmaları gerektiğine dair uyarıyoruz. Ben iki yönden bakıyorum olaya. Birincisi, bu markaların tedarikçileri ile olan ilişkilerini çok merak ediyordum; Abdullah Kiğılı’ya gittim. “Bu dönemde büyük markalar ne yapmalı?” diye sordum. O da dedi ki, “En önemli şey, tedarikçilerini korumaları gerekir. Çünkü tedarikçileri kriz bittikten sonra burada olmayabilir.” Markalar küçük tedarikçileri ezmeye, vadeleri vs. artırmaya başladılar. İkincisi, peki markalar müşteriyi nasıl çağıracaklar? En büyük korku işsizlik. Biz datamıza baktığımızda özellikle, asgari ücret artışı sanayiciyi biraz korkutmuş olabilir. Bu, başka bir şeyi tetikledi. Özellikle C2 gençler, “Acaba işimi kaybeder miyim?” demeye başladılar.
C2 gençlik?
Bu grupta, esnafta, KOBİ’de çalışan gençleri düşünebiliriz. 25-29 yaş aralığındaki gençlik, bir anda kendisini durdurdu ve “Mevcut durum benim işverenimi etkiler ve beni işimden çıkartır mı?” demeye başladı. Tedarikçinin de korkusu bu; “Batar mı-konkordato ilan eder mi-ortada kalır mıyım?”
Beklemeye aldılar kendilerini. Seçim sonrası dönem ne olacak diye… Bu insanları rahatlatmamız lazım. Güven arıyorlar. Güven vermenin yegane yolu: Çocuklar. Çocuk deyince akan sular duruyor. Yani tüketim, çocuk deyince devam ediyor. Ona “Çocuğun geride kalamaz” derseniz. Ya da bir perakendeci olarak, AVM olarak çocuğa odaklanırsanız ve çocuğu oraya getirtecek etkinlikler dünyasını yaratırsanız, yine onları evden çıkartacaksınız. Beklemede olan grup, eve kapandı.
Bu demek oluyor ki, dışarıda yemek, sinema, sosyalleşme durdu.
AVM’ye gitme durdu. Sinemaya gitme durdu. …..Teknoloji marketçisine gitmiyor. Bu arada beklemenin sebeplerinden biri Eylül sonunda stoklama olayına girdiler. Litrelerle şampuan stokladılar. Adeta tuvalet kağıdı yağmaladılar bir ara. Bu, tamamıyla bir doktora tezi. Ben olsam, dünyanın en stoklanmış ülkesi nasıl bir ülkedir diye bir doktora tezi yazardım. Çok enteresan değil mi?
Evler tuvalet kağıdı ve şampuanla mı dolu?
Ocak’ta bitti. Dolayısıyla Şubat itibarıyla yeniden bir hayata katılma ve yeniden bir alışveriş dünyasına girme.
“Paramı yönetemiyorum”un sonucu stoklama mı?
Halkımız, paraya gelince çok zeki. Perakendecimiz kendisini zeki olarak gördüğü için şöyle yaptı: Yüzde 40-50 artış yapması gerekiyordu ürünlere. Bunu iki dalgada yapmaya karar verdi. 25-25 böldü. Yüzde 25 artış geldiği anda bizim tüketicimiz anladı. Yeni 25 gelmeden tüketici, “Ben bu şampuanı gidip alayım” dedi. Onun için, iş cebine gelince, tüketici çok zeki.
Bu zeki tüketici cezalandıracak mı bu markaları, yoksa umurunda değil mi?
Umarım cezalandırmaz. Çünkü tasarruf, tasarruf diyoruz ama, o da bir yere kadar. Tasarrufun da mantıklı bir seviyede olması gerekiyor. Ülke tamamen Japonlaşırsa ve tasarrufun dibine düşerse, zaten ekonomik krizin biz de dibine düşeriz. Tüketicinin, belli bir noktadan sonra normal hayatına dönmesi lazım. Tabii ki tüketici tasarrufuna da devam edecek ama cezalandırma olmamalı. Mesela ben şeye de katılmıyorum. Bazı markalar ürün miktarını azalttı diye tepki gösteriliyor. İşte çikolata miktarını 80 mg’a azalttı gibi… Bu, pazarlamanın içinde. Bunda kızılacak bir şey yok. Çözüm bulmaya çalışıyorlar. Onun için ben cezalandırmaya taraf değilim. Tüketici cezalandırmasın markaları.
2019 yılında tüketici ve ekonomi…
2019 yılında çocuk stratejisini uygulayan markalar, tüketiciyi yeniden alırlar. Nisan’dan sonra…
Seçimden sonra.
Seçim sonrası ekonomiyi doğru düzgün anlayacağız. Ama tabii biz muhteşem bir yıl beklemiyoruz. Temkinli davranacağız ama enseyi de karartmayacağız. Ülke ilk defa böyle bir şey yaşamıyor. En azından antrenmanlı bir ülke.
2020’ye geçelim mi?
Hiç geçmesek olur mu? Neden dersek… Ben 2023’ü anlatıyordum markalara bugüne kadar ve şöyle bir şey yapıyordum. Son 4 yılın datasını alıp; gelecek 5 yılı planlıyordum. Bu anlattıklarım sadece 1 yıllık data üzerine. Çünkü artık 2017’yi alırsam bütün data kopuyor. Ülke 5 yılını görmeyi bırakın, 6 ay sonrasını göremiyor. Onun için ben artık 2020, 2023 diye bir şeyden bahsedemiyorum.
O zaman başa döndük projeksiyonlar 3 ayı zor görüyor.
Yapan babayiğittir ve ben öyle babayiğit bu aralar çok tanımıyorum. Türkiye’de 5 yıllık plan, bir 5 yıl sonra belki.
Algoritmayla toparlayalım istiyorum. Yankı Odaları-körleşme benzetmesi üzerinden; bu Türkiye’de nasıl bir karşılık buluyor?
Facebook çok sorumsuz davrandı. Bana fütüristler çok kızacak ama çok açık konuşacağım. Biz niye bu algoritma mevzularını konuşmuyoruz çünkü gelecek mefhumumuz yok. Bu ülkede fütürist olmak çok zor. Gelecek mefhumu olmayan bir halka robotlar ve yapay zeka üzerinden fütürizm anlatıyorsunuz. Araştırmalarda baktık, robot dendiğinde bizim fütüristler kaygı yaratmaya çalışıyorlar; “…Robotlar gelecek, işini elinden alacaklar…” Araştırıyoruz; “Gelecek dendiğinde ne hissediyorsun?” Rahatlama hissediyorlar. Çünkü siz Türkiye’de “gelecek” dediğiniz zaman, konfor alanı veriyorsunuz. Bizim insanımız için var olan “bugün”, birazcık da yarın… Gelecekte robot gelecek de senin işini alacak dediğinizde, “Ooo, gelecekmiş… İnşallah”diyor. Bir anekdotla bitirebilir miyim?
Ne zaman global markaların yöneticileri gelse, Türk kültürünü anlatın derler. Bir tane global markanın yöneticisi gelmişti. Bana dedi ki, “Ben bütün ülkelere gittiğimde, özellikle bebek mevduatları üzerine çok başarılı oluyorum. Türkiye’de bebek mevduatı satamıyoruz. Şimdi bebek mevduatında… Bebek doğdu, annenin zaten hormonları kopmuş. Diyorsunuz ki, Harvard’a gidecek bu çocuk. Anne inanıyor. Mesela ben Ataköy’de yaşıyorum. Benim iki tane kızım var. Benim kızlarım baleye, piyanoya gidiyorlar. Bütün Ataköy gidiyor. Ama Ataköy’den ne balerin ne piyanist ne de sporcu çıktığını görürsünüz. Kafalarımız böyle. Endişeli modernin derdi bu. Çünkü hormonlar şaşıyor.
Bahsettiğim yönetici soruyor bana, “Hormonları şaşan bir anneye ben nasıl bebek mevduatı satamam?” Ben de dedim ki, “Bebek mevduatı satıyorsan, gelecek sözü veriyorsun demektir. Şimdi ben sana şöyle söyleyeyim. Bu toplantı bitecek ve bana diyeceksin ki, “Bu akşam görüşmek üzere.” Ben de sana diyeceğim ki, “inşallah.” Diyeceksin ki, “İki ay sonra döneceğim.” Ben de diyeceğim ki “Ooo, 2 ay sonra, kim öle kim kala…” İngilizceye çevirdiğinizde, ‘In two months, who lives who dies’. Adama titreme geliyor, 5 yıllık planla gelmiş, 2 aya yaşarsam belki görüşürüz diyoruz…
Bizim “yankı odası” ya da algoritma konuşmamız çok zor. Biz sadece bunun kurbanı oluruz. Kurbanı olup, öğrendikçe, konferanslarda konuşuruz. Bizim bu konulara ciddi yaklaşmamızın tek yolu, geleceği anlamamız. Cambridge Analytica Facebook’un datasını kullanarak, dünyanın en büyük gücünün başkanını seçti. Adam hükümeti kapadı… Hamburger yiyor… Türkiye’nin ekonomisini mahvedeceğim diyor. Akşam da telefonla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşüyor.
Anladım ki, enseyi karartmadan temkinli ve gülerek devam…
Çocuk stratejisine, ev hanımına, kadına odaklanmalı… Bir de Türkiye’nin ayrışan gibi görünen ama yarın bir anda birleşecek olan kitlelerine, yatay kesen duygularla gitmek gerekiyor. Konsolidasyon hâlâ önemli, seçimlerde altı biraz yakılıyor ama normaldir.
Bu sohbette hiç erkek yoktu.
Az evvel demiştim. Boşanmış erkekler kafayı yedikleri için çok fazla bir şey bulamıyoruz onlarla ilgili. Erkekler birazcık dertliler. Modern-muhafazakar kadın, estetik ameliyatları konuşuyor, güzelleşmekten, modernleşmekten… uzun yaşamaktan söz ediyor. Kendinizi nasıl tanımlarsınız diye sorunca “Kıymetli kadınlar” olarak tanımlıyorlar. Modern-muhafazakar erkekler, onlarla evleninceye kadar zorlanıyorlar. Asıl bela evlendikten sonra başlıyor çünkü kıymetli kadın diyor ki, “Benimle evlendin… beni taşıyacaksın.” O erkeklerin depresyona girdiklerini görüyoruz. Bu kıymetli modern-muhafazakar kadınlarla zorlanıyorlar.
“Kıymetli kadın” tarifinize takıldım…
Şöyle anlatıyorlar kendilerini: “Hem modern hem eğitimli, hem muhafazakar değerleri bir arada korumak bizi kıymetli yapıyor”. Gördüğünüz gibi, datayı bir şeyden mezun olarak anlama şansınız yok. “Ekonomiden mezun oldum, ekonomist oldum. İşletmeden mezun oldum. Artık ben bir marka müdürü olacağım.” Böyle bir şey yok. Markayı anlamak, insanı anlamak için, datayı da anlamak zorundasınız. Sinir bilimi, antropoloji, sosyoloji, psikoloji… inter-disipliner düşünmek zorundasınız.
Kurumlar genel politika ve stratejilerini çok dar pencerelerden bakarak, kendilerini döviz kurlarına hapsederek kurgulamaya çalışıyorlar. Yorum bana ait, katılmayabilir hatta öfkelenebilirsiniz. Ancak görünen köy kılavuz istemiyor.
Ekonominin kararlara etkisi
Günlük devinim üzerini kalın bir tabaka gibi örten ekonomik kriz, kararların isabetli alınmasına engel oluyor. Oysa doğru kararlar kuvvetli bilgiyle mümkün olabilir, iş dünyasının eksik ya da çoğu zaman yanlı bilgiyle karar aldığını söyleyebilirim. İcra toplantılarında gazete haberleri derinliğinde analiz edilen siyasi ve uluslararası gelişmelerin yapısal karar almakta etkin olabildiğini sanmam. Kaldı ki, pek çok gelişmenin tartışmalarda yer bulduğunu söylemek bile mümkün değil. Venezuela’da çekilen pim acaba kimin elinde patlayacak… İran’a koşullu ticaret nereye kadar gidecek? Ukrayna ile ilişkiler uzayacak mı kısalacak mı… Rusya’dan geri dönen meyve sebzeler ile insansız hava taşıyıcılarının ilişkisi var mı? Akdeniz’de petrol ararken gerçekten kimin ayağına basıyoruz. Huawei üzerine dönen film tadında gelişmeler Türkiye’nin 5G macerasını nerede nasıl etkileyecek?… Peki Renault – Nissan Ceo’sunun başına gelenler Türkiye’de üretim için bir şey diyor mu. Bir yazıda bu kadar çok sorunun yanıtını almak tabii ki mümkün değil.
Murat Yetkin’le Söyleşi
Fikrimi gazeteci ve yorumcu Murat Yetkin’le sınamak istedim. Türkiye’yi 2019’da bekleyen sorun ve fırsatlar ne? Ana soru buydu. Rusya, ABD ve Avrupa değişik boyutlarda 2019’a hareket getirecek. Peki bu büyük ilişki yumağı şirketleri ve kararlarını nasıl etkileyecek? Etkilemeli mi, yoksa “ABD, Rusya ve Çin’den bize ne” mi demeli, önümüze mi bakmalıyız?
Dünyada dengeler nereye evriliyor, Türkiye nerede duruyor?
2019’da bizi neler bekliyor gibi bakacaksak, hem küresel hem yerel ölçekte bakalım. Türkiye’nin önünde stratejik olarak en ciddi problem ABD ile ilişkileridir. ABD ile son derece sorunlu ilişkiler var. Türkiye de yine büyük bir sığlık içinde, işte ABD çekecekmiş askeri, “Eyy kazandık, ne kadar güzel, artık ilişkiler çok iyi gidiyor” değil mi? Herkes birbirine böyle diyor. Sonra Trump bir gün kafasına esiyor, bir tweet atıyor. Mahvolduk bittik, artık son…
Kafasına mı esiyor?
E tabii bu naif bir anlayış. Kafasına esiyor diye bakıyorlar. Trump bir şeyi sembolize ediyor ABD’de. Sadece ABD, sadece Türkiye değil, bütün dünyada zaten ayrı bir gidiş var artık, bu son 2 yıldır başlayan ve 2019’da herhâlde daha da artacak olan…
Ne diyebilirsin ona? Akıl tutulması diyebilir miyiz?
Diyemeyiz. Akıl değişmesi diyebiliriz. Başka türlü bakılıyor. Yani bu, kimilerine göre, 2. Dünya Savaşı öncesi koşulları andırıyor.
Sen ne düşünüyorsun?
Ben 1. Dünya Savaşı öncesi koşulları andırıyor diyorum. Çünkü sermayenin tekelleşmesi inanılmaz boyutlarda. ABD’de toplanıyor her şey. Dünya Bankası rakamlarına göre, dünyada üretilen değerin yüzde 23’ü ABD’de üretiliyor. Nakit paranın yüzde 60’ı ABD’de. ABD’de de hakikaten birkaç ailenin elinde toplanıyor vs. 1. Dünya Savaşı öncesinde böyle şeylere şahit olmuşuz, daha çok Avrupa merkezli olmak üzere. Şimdi burada böyle bir şey var. IŞİD, El Kaide vs., sınır aşan terörizm kavramları var. Türkiye ölçeğinde PKK var. Yerel ölçekte bizim için de sınır aşan bir problem ama kendi ölçeğimizde, coğrafi olarak.
Dünya Savaşı öncesinde de ortalığı kasıp kavuran bir anarşist hareket var. Rus Çarı’nı öldürüyorlar. Abdülhamit’i öldürmeye teşebbüs ediyorlar, öldüremiyorlar. Yoksa 1. Dünya Savaşı 90 yaşına gelmiş, zaten tahta çıkma ihtimali olmayan Arşidük Ferdinand’ın öldürülmesinden çıkmadı herhalde. Onu oluşturan koşullar vardı. Şimdi burada yeniden bir dünya savaşı çıkacak demek istemiyorum. Demek istediğim şu: Trump bir şeyi temsil ediyor. Hem sermaye hem siyaset açısından bir eğilimi temsil ediyor. Sermayeye, “Daha fazla kazanacaksınız benim sayemde” diyor.
Ki, o vaatle geldi.
O vaatle geldi. İşçi sınıfına, çalışanlara diyor ki, “Göçmenleri almıyorum. Sana iş vereceğim.” Bir yandan büyük faşizan bir tutumla Meksika’ya duvar örmeye falan çalışıyor, ama bir yandan da işsizlik ABD’de en alt seviyelerde.
Vaatlerini de yerine getiriyor.
Getiriyor. Burada tabii hak ve özgürlükler açısından baktığınızda, mesela ABD’de şu anda Demokratlar içinde ciddi bir kesim böyle bakıyor. Amerikan medyası da buna tepki gösteriyor. Karşı çıkışlar, direnişler var. Ama iş oy vermeye gelince, pek öyle çıkmıyor sonuç. En son yapılan ara seçimlerde örneğin rekor kırıldı katılım açısından. ABD’de ara seçimlerde görülmemiş bir rekor kırıldı ve Trump da öyle yenilgiye falan uğramadı.
Demokratlar birkaç tane star ya da star olabilecek aday çıkardılar. O biraz göz boyadı galiba ama sen şunu mu söylemek istiyorsun? Üstüne bakma altına bak.
Ben, eğer bir dahaki seçimlere kadar başına bir şey gelmezse Trump’ın, bir sonraki seçimleri kazanacağını düşünüyorum.
Peki bu bize ne anlatıyor? Biz çözebildik mi Trump’ın kafasının nasıl işlediğini?
Asla, asla… Dünyaya şöyle bakıyoruz: Türkiye ve gerisi. Yani başka bir faktör var mı ortada vs. buna bakmıyoruz.
Peki ne yapmak lazımdı?
Akılcı davranmak lazım.
Ne demek istiyorsun?
Şunu demek istiyorum. Yani, burada günlük politika, her iktidara, dünyadaki her ülkedeki iktidara günlük politika lazım. Bir Amerikalı siyasetçinin bir lafı var: All politics is local: Alında bütün politikalar yerel politikadır diye… Biz de yerel seçimlere gidiyoruz. Yani şu anda evet, kafa tutma, dik durma vs.… Trump’ın en son söylediği; …Türk ekonomisini altüst etmek, perişan etmek vs., bunlar kabul edilebilecek laflar değil.
Ama adam diplomat da değil…
Başkasına söylediği zaman alkışlıyoruz, bize söylediği zaman kafamız bozuluyor. Kafamız bozulmakta haklı. Yani bu laf söylenecek bir laf değil. Değil ama, bunu söylerken adam bir şey yapmak istiyor. Bir bastırmak istiyor. Baskılıyor. O baskılamanın da sonucunu alacak mı? Alabilir. Sonuçta bir uzlaşmadır siyaset. Siyasetin özelliği bu.
Şirket yönetir gibi… Aslında şirketini nasıl yönettiğini soracak olsak onda da başarılı değil.
Başarılı değil ama işini yürütüyor. Ama bu ikisi arasında fark var. Her başarısız olan işini yürütemiyor. Bu yürütüyor. Bayağı bağıra çağıra işini yürütüyor. Gitti Kuzey Kore’de kendisi gibi bir… İzleyiciler bizi bağışlasın, kendisi gibi bir çılgınla anlaştı.
Burada bir cümlesini mealen söyleyeceğim: “Ben başkan olmasaydım, Kuzey Kore’ylesavaşa tutuşurduk. Sayemde…” dedi. Bu da çok enteresan, söylenebilecek cümleler değil ama…
Adam nezaketiyle tanınan biri değil. Ama söylediklerini düşündüğünüzde gerçeklik payı da var. Mesela Fransa ile Macron ile takıştı. Dedi ki, “Bizden yardım istediniz. Size yardım ettik. Etmeseydik, şimdi Almanca konuşuyor olurdunuz”. Doğru mu? Doğru. Yenilir yutulur gibi değil.
2019’a devam edecek olursak, madem Türkiye açısından en önemli noktalardan biri Türk-Amerikan ilişkileri, cümleni nasıl bitirmek istersin? Şunu öğrenmek istiyorum. 2019 süresince hep inişli çıkışlı bir ilişkimiz mi olacak?
Evet. Sadece ABD’yle değil, Avrupa’yla da… Rusya’yla da öyle. Rusya ile de inişli çıkışlı bir ilişkimiz olacak, çünkü şu son olayda gördük ki, Trump’ın bu kadar Türkiye’ye haksızca yüklenmesinin altında Rusya’nın son birkaç haftada frene basmasının rolü var. Peki niye frene bastı? Rusya’yı kızdıracak bir şey mi yaptık?
Füzeleri mi almayı geciktiriyoruz ya da almayacağız?
Yok onun zaten sözünü verdik.
Suriye’de mi kızdırıyoruz Rusya’yı?
Gerekirse kızdırırsın, ayrı bir şey. Fakat Rusya ile tek ilişki alanımız Suriye değil, tıpkı ABD ile tek ilişki alanımızın Suriye olmaması gibi. Ukrayna konusunda… Türkiye, NATO üyesi, NATO ile beraber tavır alıyor ve özellikle Kırım’ın ilhak edilmesi konusunda, buna karşı Türkiye… Doğru tavır. Tam bu sırada siyaseten etkisi olmasa da kendi dinamikleriyle İstanbul’daki Fener Rum Patrikhanesi, 40 milyon üyeli Ukrayna Kilisesi’nin Rusya’dan kopmasına onay verdi. Çünkü onay makamı burası. Patrik Bartholomeos onay makamı. Bu, o kadar öfkelendirdi ki Putin’i, öfkesini Rus Kilisesi’nin Patriğinden çıkardı. Bu sırada, tabii büyük bir başarıdır Türkiye’nin artık kendi silahlarını üretiyor olması. Daha önce de üretiyordu ama şimdi insansız hava araçları… Bunların 12 adet silahlısını Ukrayna’ya sattık.
Bu da kızdırmış olabilir mi?
Olabilir diyorum. Çünkü açıkça hiçbir şey söylemiyorlar fakat böyle bir… Şunu söyleyeceğim: Yeni dengeler oluşuyor. ABD ile ilişkilerde, Rusya ile ilişkilerde, Suriye’de Suriye için çözüm yılı olabilir 2019.
Tam da ABD, NATO’dan çıkabileceğini sıklıkla dile getirdiğinde…
Avrupalılara, “Siz de para verin” diyor. Çünkü para vermiyor, üstlerine düşeni yerine getirmiyorlar.
Bu arada Dünya Bankası. Başkan apar topar gitti. Niye gittiği belli değil. Konuları dağıtmak adına değil, dengeler enteresan bir şekilde değişiyor. Türkiye’ye dönecek olursak…
Risklerimiz büyük, fırsatlarımız da büyük… Riskleri fırsata dönüştürmek için kollektif akılla hareket etmek lazım.
Fırsat deyince ne anlamam lazım?
Fırsat deyince, sürekli olarak aynı yere demir atmamayı, değişen imkanları… Çatışan orduların bile cephe savaşı… Çanakkale’de savaşıyoruz değil mi? Mola veriliyor ve hastalar, yaralılar çekiliyor. Savaştığınız anda bile karşı tarafla konuşmak, konuşma kanallarını açık tutmak zorundasınız. Küslük olmaz. 1800’lerde Kırım Harbi nedeniyle İngiliz Parlamentosu’nda Türkiye üzerine yapılmış bir konuşmada o meşhur yaklaşım dile getiriliyor; “İngiltere’nin ezeli düşmanları, ebedi dostları yoktur. İngiltere’nin çıkarları vardır”. Türkiye için de böyle… Çıkarlarımız var. Türkiye’nin çıkarlarına göre hareket etmek lazım. Türkiye’nin milli çıkarları, ekonomik, kültürel çıkarları demektir. Türkiye’deki eğitim, kültür, demokrasi vs. düzeyinin yükselmesi demektir.
2019’da Türkiye’nin çıkarlarını ilk üç nerede görüyorsun?
Bir kere ABD, Rusya ilişkisini çok iyi dengede tutmak lazım. İki: AB, hazır İngiltere’nin ayrılışıyla bir zayıflama yaşarken bunu iyi değerlendirmek lazım. Artık AB’ye tam üyeliğin olmayacağı belli… Ama şunun olmayacağı da belli. Kimse ilk hayır diyen olmak istemiyor. Ne Brüksel ne Ankara demek istiyor. İki taraf da ilk hayır’ı ben demiyeyim diyor. Böyle gidecektir. Bu çerçevede… Üçüncü olarak Gümrük Birliği’nin yenilenmesi ihtimali de zayıf görünüyor. Çünkü Kıbrıs vs. gibi ülkeler- Rum hükümetinden bahsediyorum-baltalıyorlar. O öyle gidecektir.
Üçüncü imkân aslında, Orta Doğu ve Kafkaslar’da var. Azerbaycan ile ilişkilerimizin daha da gelişmesinde fayda var. Orta Doğu ile ilişkilerimizi de artık bu ideolojik kutuplaşmadan çıkarmamızda fayda var.
Suudi Arabistan’ı mı kastediyorsun?
Sadece Suudi Arabistan’ı kastetmiyorum. Genel olarak, mesela Mısır, Türkiye’nin öteden beri ciddi bir ortağı olmuştur. 20. yılına geliyoruz, Abdullah Öcalan’ın yakalanmasında Türkiye’ye en önemli destek Mısır’dan gelmiş.
İran ile ilişkileri ihmal etmemek lazım çünkü ABD’nin en hassas olduğu konu, çünkü İsrail’in en hassas olduğu konu. Türkiye AB ile şu anda paralel gidiyor. Bence bu tutumunu koruması lazım. Yani İran konusunda AB ile aynı çizgide yer almak hem ulusal hem uluslararası siyaset açısından doğru bir çizgi. Kıbrıs’da beklenmedik şeyler olabilir, enerji çerçevesinde… Şu anda hiç ekranımızda yok ama bir risk faktörü görüyorum. Çünkü uzun zamandır Türkiye’nin elinde olmayan bazı imkânlar artık var. İki tane petrol arama ve çıkarma platformumuz var. Daha önce yoktu. Gemilerimiz var.
Türkiye’nin stratejik öncelikleri arasında Karadeniz öne çıkacak. Bunun en önemli göstergesi ne diye belki soracaksındır. Türkiye’nin Karadeniz’de bir tane deniz üssü vardır. Karadeniz Ereğli’de. O da Kuzey Batı Saha Komutanlığı’na bağlıdır. Bir tane de Trabzon Sürmene’de kuruluyor. Yani Türkiye, Karadeniz’deki askeri varlığını bir misli arttırıyor. Bu da gerekli. Bu tabloya baktığımızda, 2019 haraketli geçecek. Çok iyi manevra yapabilmek lazım. Hem hükûmet düzeyinde hem özel sektör düzeyinde hem sivil toplum düzeyinde. Bu dengeleri çok iyi götürmek lazım.
Hayat görmek isteyene çok komik, onu çocuklar için tasvir edince masal oluveriyor. Çünkü çocuklar komik, renkli ve heyecanlı hikayeler dinlemeyi hakkediyor. Hayatın komik taraflarını görenlerin sayısı yazık ki, yaş aldıkça azalıyor. Büyümek, adeta yavan, renksiz bireyler haline dönüşmekle eş anlamlı.
Dünyayı olması gerektiği gibi komik, neşeli, üretken görmek istemek güzel de mümkün kılmak mümkün mü diye sorabilirsiniz. Evet, hayal kurarak mümkün. Bir yöntem önerebilirim. Keşke herkesin bir hayal köyü olsa, gerçek yaşamı ona benzetmeye çabalasa. Ayşe Gülay Hakyemez’in böyle bir köyü var; adı Fenerköy. Olmasını istediği bir dünya.
Fenerköy’ü yazmaya başladı. Hikayesi, çocuklara masal büyüklere ders olmuş. Hayatın sıradan dizilimine dur diyen birileri çıkınca karşıma, içim kıpır kıpır oluyor. Sizinle de tanıştırmak adeta ödevim. Ayşe Gülay Hakyemez de bunlardan biri. İçimizden, yanımızdaki evden, yukarıdaki mahalleden… Özelliği hayallerinden taviz vermek istememesi. Kendisini yıllar önce kurumsal iletişimci sıfatıyla tanıdım. Önce büyük kurumlarda sonra kendi iletişim ajansında başarılı projelere imza attı. Bir günde bu hayatı yavaşlatmak istiyorum diyerek hayatına değişik bir yön verdi. Yavaşlatmaktan inziva anlamı çıkarmayın lütfen. Meşguliyetse eskisinden daha tempolu.
Gelgelelim bu cümle beni etkiledi. Bir insan hayatı yavaşlatmak istiyorum deyince bu ne anlama geliyor? Ben, durdurun dünyayı inecek var desem, inecek bir durak var mı acaba diye düşünmeden geçemiyorum.
Hakyemez yavaşlattığını söylediği yeni hayatında pek çok uğraşısının yanı sıra çocuklara masal kitapları yazmaya başladı. Kar Tanesi Pastası, Renkli Yağmur Damlası, Fenerköy’de Fırtına başlıklı 3 kitabı Altın Kitaplar’dan çıktı, tüm kitapçılarda bulabilir, internetten satın alabilirsiniz.
Bu arada sevindirici haber, kitap ve dergilerin KDV’si kalktı. Alkışlayalım da, geç değil mi? Nesilleri okuma eylemine yönlendirmeden büyüt, öğretmenler dahi kitap okumasın, sonra milletçe kitaba sarılalım… Hadi inşallah.
Fenerköy’de çocuklar çok okuyor, ebeveynleri de. Bu güzel köyde geçen 3 masalda her yer temiz. Çocuklar taze balık yiyebiliyor. El becerisiyle iş yapabilen insanlar yaşıyor. Kitapçıları, kütüphaneleri var. Çocuklar parkta oynuyor…
Paradoksal; hayallerimizi bir zamanlar gerçeklerden esinlenmeye başladık. Sizi hayallerden gerçek, gerçeklerden hayal yaratan Ayşe Gülay Hakyemez’le sohbetimize davet ediyorum;
Demek ki, Gülay’ın hobileri varmış.
Şükür. Ben ona kendi içine dönmek diyeyim. Başka bir Gülay fark ediyorsun. Hobileri, keşfettiği yeni alanlarla. Bunlar sayesinde şimdi daha mutluyum. Aslında hayatı yavaşlatmadım. İstediğin gibi yaşa hayatı, gereğinin götürdüğü yere git diyorum. Dört yıldır Datça’da yaşıyorum. Bir bakıyorsunuz takı yapıyorum, sulu boya yapıyorum, blogumu yazıyorum, değerli arkadaşlarımla Datça Kent Konseyi Kültür Sanat Grubu kurduk, sanatçılarla toplantılar, sergiler yapıyoruz. Sanatçılarla röportaj yapıyorum son olarak çocuk kitapları yazmaya başladım.
Kar Tanesi Pastası, Renkli Yağmur Damlası, Fenerköy’de Fırtına. Hepsi Fenerköy’de neresi burası?
Fenerköy benim hayal köyüm. Hepimizin kaçıp gidip yaşamak istediği yer. Bir köy yarattım, haritası da kendi ellerimle çizdim. Çok kıymetli bir illüstratör Canan Barış hayata geçirdi. Öyküler bu resimlerle can buldu.
Kitaplar tesadüfen bir gün bir basın bülteniyle kucağıma düştü. Çok hoşuma gitti? Kar Tanesinden Pasta, Yağmur Damlasında Renkler bana çok gerçek ve aynı zamanda çok masalsı göründü.
Tam da öyle.
Ne yapmak istedin? Gerçek ile hayal arasında harmoni, güzel bir müzik var. Bunu anlatır mısın?
Ne güzel fark etmişsin. Gülay, dünya ile baş etmek için kendi hayal dünyasını yaratıp orada yaşadı. Bununla ilgili beni ne kadar romantik bir kadınsın diye suçlayanlar da oldu. Ama ben çok kolay yaşadım.
Şimdi bu Fenerköy’de aslında hayat devam ederken yani gerçek yaşam devam ederken çocukların etrafındaki detaylardan bir şey fark etmelerini, hayatlarına anlam katmalarını, hikâyeleri fark etmelerini istedim. Burada kar tanesi hikâyesi, öbüründe çakıl taşının, diğerinde yağmur damlasının. Masala dönüştüler ama çok gerçekler.
Fenerköy’ü anlatır mısın?
İdeal bir yer. Deniz kenarında. Ormanı da denizi de var. Benim çocukluğum tekne tepelerinde geçti. Rahmetli babamla yılda bir kez denize açılırdık, ben de onun miçosuydum. Rahmetli Sadun Boro’nun Kısmeti’yle yan yanaydı tonozlarımız Fenerbahçe limanında. Kardeşimin adı Deniz. Annem “kızım git öğle vakti geliyor, kardeşine balık tut” derdi… ben sandalla bir koşu gider izmarit, istavrit ne çıkarsa onu tutarım. Kardeşim taze balık yiyerek büyüdü. Babam limana girerken “Gülay koş çapayı al” der ben çapa çekerim. Gece pavurya avına çıkarız… Heybeliada’da Çam limanında pavuryalar kayaların üzerine çıkarlar, biz pavurya karides toplarız. Deniz bana o kadar yakın… Ama çocuklarımıza da o kadar uzak. Türkiye’nin üç tarafı deniz, istavrit- ıskarmoz nedir, çapa-“baştankara” bağlamak nedir, fırtına – deniz nedir anlatmak istedim. Bu nedenle Fenerköy’de deniz var, yanı sıra ben sanat vermek istiyorum, bu nedenle sanat galerisi var.
Masal kitabına harita da yerleştirmişsin… Gitmek isteyenlere duyurulur.
Çocuklar ve ebeveynleri bu haritada birlikte gezecekler. Fenerköy’de deniz, denize dökülen bir ırmak var. Bir botanik bahçesi var. Şurada da bakın bir ters lale var. Bu Türkiye’nin endemik bitkilerindendir. Aslında farkında olmadan birçok bilgi yüklemişim. Fenerköy’de sanat galerisi de var, pastane var, marangoz var, fener bekçisi var. Marangoz aslında bir arkeolog arkadaşıma göndermedir. Tahtadan oyuncaklar yapan bir marangoz. Fener bekçisi eskiden uzun yol kaptanıymış, anlattığı öyküler var. Rumi Kaptan, babamın teknesi, burada liman var, gemilerin bağlandığı portlar var, su sporları kulübü var, sinema ve tiyatro var, veteriner var. Veteriner hayvanları sahiplenmemiz gerektiğini söylüyor. Birlikte çakıl taşlarına resim yapıyorlar.
Fenerköy’de üretim dikkatimi çekiyor, Fenerköylüler nasıl insanlar?
Kızımdan bahsetmek istiyorum. Suna, bugün Londra’da 3 Michelin yıldızlı restoranda aşçılık yapıyor. İdeallerine kavuştu. Küçüklüğünden beri pasta yapmak isterdi. Suna bir gün, bana bir pasta yaptı. Beyaz bir pasta. Mutfakta saatleri geçirdi. Ben salonda önüme nasıl bir şey gelecek diye bekliyorum. Hikâye uzun aslında ama o Kar Tanesi Pastası kızımın girmek istediği üniversite ile ilişkilendirdim. Kazandı, girdi okula. Gastronomi Güzel Sanatlar şemsiyesindeymiş. O sınavı da kazanmak lazım. Okula girdiği gün ben bilgisayarına bu öyküyü yükledim. 10 yıl sonra bu kitap oldu. Kızımın doğum gününde yayınlandı. Böyle de bir öyküsü var. İşte Fenerköy’ün insanlarından biri pastacı Suna.
Renkli Yağmur Damlası’nın öyküsü nedir?
Renkli Yağmur Damlası renkli olmak isteyen bir yağmur damlasının öyküsü. Komik!
Zaten hayat komik değil mi yaşam, sıkıcı, acı yapan bizleriz.
Nasıl görmek istiyorsan. Şöyle, yağmur damlası renkli olmak istiyor ama rüzgâr arkadaşı onu uyarıyor. Bak diyor, “Eğer sen sarı olursan, düşünsene denizlere yağacaksın denizler yeşil olacak. Kuzucuklar da ovalara koşuyoruz zannedip denize atlayacaklar.”
“Ohhh…” diyor; “Evet!”.
Yani özünden memnun olması gerektiğini dolaylı olarak veren bir öykü. Neysen onunla mutlu ol.
Hatırı kalmasın Fenerköy’de Fırtına ne anlatıyor?
Fenerköy’de Fırtına… uzun yol kaptanı olmak isteyen Denizci Ali. Denizci Ali ile Nazlı birlikte Ali’nin saklı koyuna gidiyorlar. Orada çakıllara resimler yapıyorlar. Burada birçok deniz ayrıntısı var. Vermek istediğim terimler var. Fırtına çıkıyor. Fırtınadan nasıl kurtulduklarını çocuklar okusun.
Kaç yaş çocukları için yazdın?
Aslında sınırlamıyorum çünkü üzülerek gördüm ki, birçok çocuk 10 yaşına gelmiş hala okumayı sökememiş. Ama birçok çocuk da 5 yaşında kitap okumuş, bilgisayarı hatim etmiş. Dolayısıyla bu kitaplar 4 yaş üstü için diyelim.
Ömer Yılmaz, marka stratejisti, iletişim danışmanı. Batmamak için nasıl reklam ve pazarlama yapılır diye sordum. “Gerçek bitti, Post Truth yaşıyoruz” dedi. Eskiden ürünün biricik satış vaadini veya güzel bir özelliğini öne çıkarır, allar pullar, o ürünün talep edilmesini sağlarken, güzel hoş ve boş günler bitti; artık sürekli gerçeklenebilir bilgi üretip; o bilgiyle beraber talep yaratıyorsunuz. Buna Post Truth dönemi deniyor. Gerçek yok, kullanışlı bilgi var! Vatandaş gerçeğe koşuyor.
Söyleşinin deşifresini Yaprak Özer bizlerl için derledi:
Aşağıdaki uzun söyleşinin özetiyle başlıyorum;
Ey tüketici;siz almadığınız zaman, size kimse bir şey zorla satmıyor. İhtiyacın varsa al, ona da bak. Onu alma, bunu al. Tercihini doğru yap. Alternatifleri değerlendirirken, sorgula. Arkasındaki üretim gücünün sosyal hayata katkısı ne?Yerli üretimi destekle. Satış sonrası süreçlerini, özellikle elektronik veya mekanik eşyalarda bu süreçleri iyi analiz et.
Ey üretici; pazar ortamını anbean, günlük takip et. Üretimini, hammadde maliyetlerini sürekli kontrol et. Genel pazar tepkilerinin yansımasını iyi ölç. Taksitler bu kadar kısalıyorsa, alt okumasını yap önlem al. Holdinginizde oturan bir satıcı ya da pazarlamacı görürsen kov. Pazarlama iletişimi bütçeni doğru kullan. İletişimci markanın vicdan bekçisi olacak. Bir kişiyi bir kere kandırırsınız. Kimse salak değil.
Kritik bir dönemden geçtiğimiz düşünüyorum. Markalar, birbiri peşi sıra batıyor. Ayakta kalanlar can çekişiyor. Yeni dönem bu markalara ne anlatıyor?
Aslında iki süreç aynı anda yaşanıyor Türkiye’de. Bir, zaten pazarlama ortamı dönüşüyor. Tüm dünyada dönüşüyor. Türkiye’ye has bir durum değil. İkincisi, dünyanın sosyal konjonktürünün Türkiye’ye yansıması var. Türkiye’nin geçirdiği zorlu dönemler var. Bu da Türk markalarını zorluyor. Zaten Türkiye’de çok güçlü markalar göremezsiniz, dünya markaları gibi. Bugün dünyanın en büyük 100 markasına baktığınız zaman, 3-4 ülkenin paylaştığını görürsünüz. Çoğunlukla da Amerikan markası çıkar bunların hepsi. Pazarlama ve satış ortamındaki Türk üreticilerinin aslında pozisyonu çok zorlandı. Hammaddeye bağlı maliyetlerinde anormal değişimler olabiliyor. Sosyal hayatın endikasyonlarının etkisi olabiliyor ve hızla fakirleşen bir toplum var karşımızda. Bunların alım gücündeki yansımalar olabiliyor. Zaten dönüşen pazarlama ve pazarlama iletişimi ortamı ile bir de Türkiye’ye has durumun markalara dönüşü oldu.
Hangisinden etkilendiklerini fark edemiyorlar belki de.
Aslında etkilenmenin daha da ötesinde neye maruz kaldıklarını bilmiyorlar. Niye 2 liralık domates 6 lira? Niye 4 liralık elektrik faturası 18 lira? Yani bu niyeleri çözümlediği zaman toplum, aslında bir şeyleri anlamaya başlayacak. Satın almanın gücünün yükseldiği dönemler vardır. Bazen satıcıların gücü yükselir, bazen de alıcıların gücü yükselir. Türkiye’deki alıcılar hiçbir zaman güçlerinin farkında olmadılar.
Ne anlamam lazım?
Arz-talep dengesine dayalıdır ya her şey; siz almadığınız zaman o satamaz. Televizyon satmak istiyor adam. Almıyorsunuz. Ne yapacak? Daha fazla satmak isteyecek. Domates sosyal bir problemdi… Bu arza dayalı talebi daralttığınız zaman fiyat düşer. Bunun başka hiçbir yolu yoktur. Bir sürü konut var. Konut arzı yükselir, fiyat düşer. Düşemediği zamanlar var. Diyelim ki, siz 1 yıl önce aynı projeden 1 TL’ye ev aldınız. Ben geldim 1 yıl sonra, arz artmış, sizin karşı dairenizi 800 TL’ye alabilir miyim? Arz-talep dengesi o kadar da kanunen korumasız durumda değil. Siz 200 TL’nizi talep edebilirsiniz müteahhitten. Ne günahınız vardı sizin. Bunların yapılamamasının sebebi, yapılmasına müsaade ettiğiniz zaman, endikasyon büyüyor. Kartopu etkisi gibi. Bir de onun ötesinde şöyle düşünün. Koskocaman bir ilaç sektörü var değil mi? İlaç sektöründe artık ne yapılıyor? Sizi tedavi edecek ilaç üretilmiyor aslında baktığımızda. Sizi hasta ediyoruz önce. Sonra o ilaçla idare edebileceğiniz bir reçete öneriyoruz. Ömür boyu tüketime yönlendiriyoruz sizi. Yani alkolü bırakmış bir alkolik gibi oluyorsunuz. Siz alkoliksiniz. Sadece içmiyorsunuz. Böyle bir durum var. Bunun aynısı markalarda da var, cep telefonunda da var. Diyorlar ki, benim X markalı IPhone’u üretmem için, 2.5 yılda bir senin yenilemen lazım. O kadar kaliteli ki, bozulmuyor.Pilini yapacak, aplikasyon yükleyecek, çalışamaz hale getirecek, yeni IPhone almak için nedenler üretecek. Bunu nasıl yapacağım? O zaman reklamcılar devreye giriyor. Size bir hayal kurduruyor. O telefonla ne kadar güzel göründüğünüzü gösteriyorlar. Sonra da onu ulaşılabilir bir hayal hâline getiriyor.
Bulduk, sonunda! aslında suçlular siz reklamcılar pazarlamacılarsınız…
Evet öyle ama şöyle de düşünmek lazım. Reklamda çocuk testi diye bir şey vardır. “O kadar da” yalan konuşamazsınız. Çünkü reklamcılar aynı zamanda markaların bekçisi olmak zorundadır. Bir insana bir yalanla bir ürünü bir kez satarsınız. Ama bir sürü doğruyla sürekli satın alınır hâle getirebilirsiniz.
Buraya kadar anlattıklarınızdan hangilerini cımbızlarsam, iş sahibi-üretici, “Ben markamı batırmadan, üstelik yukarı çıkartarak, nereye giderim?”
Ayakta kalırım.
Ben sürdürülebilirlik anladım.Abone olmak gibi bir durum algıladım.
Olabilir. Çok güzel bir çözüm olabilir. Sürekli para ödediğin bir yöntem belki, değil mi? Bence düşünmeliler. Bunu Vestel yaptı geçtiğimiz dönemlerde. Denedi. Sonuçlarını bilmiyorum, nasıl geri dönüşler oldu ama… Kahverengi eşyada yaptı. Televizyonu satın alma…
Kiralamaktan söz ediyorsunuz.
Bir yandan da kirala. Ben 3 yılda bir değiştireceğim ama sen bana her ay 100 TL öde gibi, bir yöntem denedi. Hayran olduğum bir kampanyaydı açıkçası. Ne güzel düşünmüşler dedim.
Telekomünikasyon firmalarının size hat kiralarken, yanında verdikleri telefon gibi bir şey değil mi?
Benzer evet.
Tüketici uyanmadı mı: Ben bunu aldım ama pişmanım, şişmiş faturalardan kurtulamıyorum!…
Aslında, yine tüketicinin haklarını düzgün savunamamasından, bunun için ortamlar oluşmamasından kaynaklanıyor. Ama Avrupa’da bunun örneklerini görüyoruz. Örneğin bir şey söyleyeyim. Çok alakasız bir şey söyleyeceğim size. Avrupa’da ve ABD’de insanlar bordro veriyor değil mi? Herkes vergi mükellefi, bordro veriyorlar. Dolayısıyla verdikleri verginin arkasını kontrol ediyorlar. Bugün yılda 19 bin lira asgari ücret alan bir insan yıllık kaç lira gelir vergisi verdiğini biliyor musunuz? 5200 TL. Yılda 19 bin lira kazanan bir insandan gitsem ben yıl sonunda, bana 5 TL borç ver desem bana ne der?
Vermem der.
Adam onu verdiğinin farkında değil. O vergiyi verdiğinin farkında olmadığı için de, sen benim verdiğim parayla ne yapıyorsun diye sormuyor kimseye. Kimseye sormuyor bunu. Ocak aldığı beyaz eşyacıya da sormuyor, kitap aldığı kitapçıya da sormuyor.
Bir reklamcı olarak, kendi topuğunuza kurşun sıkıyormuşsunuz gibi geliyor bana bu anlattıklarınızla.
Yo değil. Şuna getiriyorum. Artık gerçekler döneminden çıktık. Post Truth dönemine geçtik. Biz eskiden ne yapardık? Bir ürünün biricik satış vaadini veya güzel bir özelliğini öne çıkarır, allar pullar, o ürünün talep edilmesini sağlardık değil mi?
Evet. Hâlâ öyle değil mi?
Hâlâ öyle değil, çünkü insanlar bilgiye artık çok rahat ulaşıyorlar.Bir yandan da memnuniyetlerini veya memnuniyetsizliklerini çok hızlı paylaşabiliyorlar. Tek tek paylaşmıyorlar artık. Grup olarak, blok olarak, internette paylaşıyorlar. Pazarlamacılar veya iletişimciler artık, markaların sadece satışını değil, aslında bir anlamda geleceğine bekçilik etmek durumundalar.
Vicdan bekçisi olmak zorundalar. “Country of Origin” Bir de “Corporate Social Responsibility” dediğimiz, firmanın sosyal sorumluluğu. Firmanın sosyal sorumluluğu hikâyesi artık, marka ve ürün tercihlerinde daha öne çıkmaya başladı. Bugün şunu söyleyebilirim. Benim için kullanışlı bir bilgi çıktı karşıma internette. Viral olarak büyüdü, bir hareket çıktı. İşte Sarı Yelekliler Hareketi. Sarı kazak satmaya başladık biz beraber. Yakaladık biz bunu. Türk’üz ya, böyle kurnazlıklarımız var.
Yakaladık, sattık. Sattığımız kazak, o dönem boyunca satılabilir, talep edilebilir bir ürün, bir obje hâline geldi. Ama biz kazak üretiyoruz. Bir daha satacağız. Başka bir şey satmamız lazım. Başka bir bilgiyi yakalayıp, başka bir pazarlamaya giriyoruz. Halbuki üretimi habire bu kadar döndürmek mümkün mü? Değil. Dolayısıyla sürekli gerçeklenebilir bilgi üretip; o bilgiyle beraber talep yaratıyorsunuz. Buna Post Truth dönemi deniyor. Gerçek yok, kullanışlı bilgi var aslında.
Diyelim, zorda olan bir şirket var ve birazcık daha gayret etse belki stoğundakileri eritecek, bunu nasıl anlatacak?
Yüksek enflasyon dönemini hatırlıyorsunuz Türkiye’de, hep beraber yaşadığımız. O dönem ne vardı; her şeyi satmak, daha çok satmak… zararına bile satıp; bankadan bir gecede overnight’ta o parayı kazanmak vardı. Yeter ki, nakit gelsin dönemi yaşamıştık. Pazarlama profesyonellerini dışlayan bir dönemdi. Satış becerisi yüksek insanları şirketlere oturttu. 2’li yılların başı, Türkiye düşük enflasyon dönemine geçmeye başladıkça, eski satışcılar üst yönetime çıkmışlardı. Yerlerini korumak adına, pazarlama profesyonellerini dışladılar ve marka sahipleri farketmedi. Pazarlamanın dışlanmaması gerektiğini fark edebilen marka sahipleri ayakta kalabildiler. Batan marka, el değiştiren çok firma oldu. O dönemin güzelliği şuydu: Batıp yok olmuyordu, el değiştiriyordu. Bu dönemdeki el değiştirme gibi görünse de, el değiştirmiyor aslında. Bir batış söz konusu oluyor. Sektör ayrımı yapmaksızın söylüyorum. Bunu fark edip, bir an önce doğru pazarlama profesyoneli ve pazarlama planına geçmeleri gerek.
Bugünün gündemde olması gereken kişileri satışçılar mı pazarlamacılar mı?
Pazarlamacılar. Ama satış her şey. Hiç bunu unutmamak lazım.
Peki aynı vücutta pazarlama ve satış barınabilir mi?
Çok zor ama, olabilir tabii. Zıtlar. Biri planlamak ister, öbürü sürekli satmak ister.
Şimdi jonglör gibi olmak gerek.
Güzel bir tarif oldu: jonglör. Şu var: Elinizde araba var. Onlarca, yüzlerce, binlerce araba var. Bu arabaların satılabilmesi lazım. Ama kredi hattı açamıyorsunuz. Satış önerisi getiremiyorsunuz. Ne yapacağız? Vestel örneğine geri dönelim; Bir kiralama modeli önerdi. Mantıksız gelmiyor baktığınızda. Ama bunun uzun vadede markaya zararı veya katkısını da iyi hesaplamak lazım. İşte o pazarlamacı hikâyesi. “Ya kardeşim bu Vestel de milletin kiraladığı televizyondur” deyip, tüketici başka bir markayı tercih edebilir. O zaman acaba bunu bir alt markayla mı yapmak gerekir? Çünkü üretimi beslemeniz gerekiyor. Üretim durabilen bir şey değil.
Krizde hizmet pazarlamak nasıl oluyor?
Biz hizmetçilerin işi hep zordur biliyorsunuz. Reklam ne için yapılır? Reklam her şey yolundayken yapılan bir çalışma değildir ki. Reklam bir problemi çözmek üzere yapılır. Halkla ilişkiler çalışmasını bir problemi çözmek için yaparsınız.
Şirket değerini yukarıya çekmek için uzun vadede yapılmaz mı bütün bunlar?
O, pazarlama. İletişim planının bir parçasıdır. Ama ben satışa dayalı reklamdan bahsediyorum ya da talep yaratmaya dayalı reklam. Bir problemi çözmek zorundadır iletişim süreci, her hâlükârda. Sizin söylediğiniz de bir problemdir. Ama uzun vadede marka değerine katkı sağlayacak. Fakat güncel hayatın içerisinde ne oldu, pazarda talep daraldı, o daralan talebin içerisinde daha fazla tercih edilir bir hâle gelmeli ve pazar payımı korumalıyım değil mi? Bunun için de reklam yapmak zorundayım. Yıllardır Türkiye’de reklam, kriz anında en önce kesilen bütçe olmuştur.
Reklam devam mı diyorsunuz?
Mutlaka. Çünkü haberdar edebileceksiniz ki gelip alsın. Bu arada, eskisi kadar maliyetli değil reklamcılık. Reklam demek, illa bir film çekmek değil. Ve bu aralar, benim en fazla gördüğüm şey, yeni reklamcıların kabalıkla espri arasındaki farkı görememesi.
Hiçbir marka tüketicisinden daha büyük durmaz. Marka değeri ölçülmeye 80’leren sonra başlandıktan sonra, üründen daha fazla marka ederi para etmeye başladı. Bugün FIAT fabrikası daha fazla araba üretiyor olabilir. Ama Mercedes fabrikası daha az üretmesine rağmen, daha pahalı bir fabrikadır. Siz oradaki tornavidaya para ödemiyorsunuz ki… O markaya para ödüyorsunuz. Marka değeri dediğimiz hikaye korunmalıdır. Bir de ürettiğin bütün arabaları satmak gibi bir zorunluluğun var. Milletin de boğazını sıkamam; “al” diye. Alamıyor çünkü, 100 bin TL’lik aracın gümrüklü aracın fiyatı 300 bin TL.Sorunun özü nasıl yapacağız?
Geçmişte aklıma takılan şu olurdu. Bazı markalar çok çok reklama girdiğinde, bunlar batıyor mu acaba? diye düşünürdüm… Bir dönem banka batışlarını anımsayın.
O kadar güzel bir örnek verdiniz ki… Egebank’tı sanırım. Babam seyrederken reklamı, “Bunlar batacaklar yakında” dedi. Çünkü eskiden hep öyle oluyordu. En yüksek parayı öneren batıyordu. Vaadiniz gerçeğe ne kadar yakın olursa, o kadar karşı tarafa geçer. Sizin ne söylediğinizin hiçbir önemi yok. Karşıdaki adama o mesajın geçmesi ve onda bir etki yaratmasıdır her şey. Eğer vaadiniz genel pazar ortamının dışında overpromise dediğimiz, yüksek oranda bir vaat ise, bunu siz ne kadar “Vallahi de billahi de ben böyle yapıyorum deseniz de, tüketici onu satın almaz.”
Genelgeçer sloganlarla olmuyor anlaşılan…
Olmaz.
Bu dönem küçük önermelerle, “sen bunu böyle yaparsan, şuna sahip olabilirsin” deme dönemi mi? Pratik anlatmaya çalışırsak …
İki türlü satın alma pozisyonunda insan var. Bu insanlar, bir markayı tüketmek istiyorlar. Ama bu markaya en etkin, en hızlı ve en ucuz şekilde ulaşmak istiyorlar artık. İlla artık bir mağazaya gitmek zorunda değilsiniz. Ayakkabı numaranızı o markada çok iyi biliyorsanız, internetten bunu satın alabilirsiniz.
Fakat sürekli bir fırsat arayışı söz konusu. Belli dinamikleri oturdu. Aslında o markaya ulaşabilir hâle geldikçe tüketiciler, insanlar benzeşmeye başladı. Tüketim ihtiyaçları benzeşti. Birbirlerine çok benzer alışkanlıklar edinmeye başladılar. Çok benzer yerlerde dolaşmaya başladılar. Hatta dolaştıkları her yeri teşhir etmeye başladılar. Giydikleri her şeyi teşhir etmeye başladılar. Bu, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine dayanıyor herhâlde. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı çok yükseldi. Dolayısıyla, şunu önemsiyorlar. Bir grup insandan bahsediyorum, büyük çoğunluktan bahsediyorum ama… Ne kullandığı önemli. Fakat yavaş yavaş, o kullandığı şeyi X sayıda insanın kullandığı kadar üretim yapan markalar, bizim gibi pazarlarda, değişkenleri hızlı olan pazarlarda sıkıntı yaşayabilirler önümüzdeki dönemde. Hemen güncel bir örnek vereyim. Cep telefonu taksitleri 6’ya çekildi. IPhone’un üst modelinin fiyatı 12 bin TL. 2 TL taksitle cep telefonu alınabilir mi? Alınmalı mıdır? Araba taksidi gibi. Olacak şey mi yani? 6 taksit. Şimdi ne olacak? Bunun pazarı daralacak. Beyaz eşya, kahverengi eşya, uzun vadelerle iş yaptığı zaman, bayilerinin para kazandığı bir modeldir. Öbür türlü, peşin aldığınız zaman, aslında o kadar işlerine gelmez. 24 taksitle alındığı zaman, faizle para kazanırlar onlar. 3 taksit yapıyor şu an. Çünkü bir sonraki adımdan korkuyor.
Bankalar, kısa vadeli küçük alacaklarını hızlı tahsil etmeye çalışıyorlar. Bu göstergelere baktığınız zaman, önümüzdeki dönemin çok parlak olmadığını varsayabilirsiniz. Firmaların pazarlama profesyonelleri bu varsayımları güncel hayatın içerisinde sürekli olarak toparlamalı ve olası böyle bu durum için, markaları ve ürünleri için önlem alabilmeliler. Bunun için de, mutlaka ve mutlaka yeni metodlar geliştirmek zorundalar. Eski bilgi, eski metodlarla bunları çözemezsiniz, çünkü bunlar yeni problemler.
Kendi ifadelerinizle, 5 madde çıkarabilir misiniz bana? Formül istiyorum.
Bir kere tüketiciler için… Tüketiciler ve üreticiler için ayrı konuşalım mı? Tüketicileri de bir gözetelim. Bir, tüketiciler satın alma güçlerinin farkında olmak zorundalar. Ben bunu yıllardır söylüyorum. Siz almadığınız zaman, size kimse bir şey zorla satmıyor.
İhtiyacın varsa…
Bakın ihtiyaç maddeleri…İhtiyaç maddeleri, zaten genel tüketimimizin içerisinde aslında ihtiyaç maddeleri. Su gibi…
Korkma, dur diyorsunuz.
Aynen öyle. Su, ihtiyaç maddesi ama 20 tane su markası var. Onu alma, bunu al. Tercihini doğru yap.
İkincisi, yüzde yüz alternatifleri değerlendirirken, sorgula. Bunun arkasındaki üretim gücünün sosyal hayata katkısı ne?
Sorumluluk…
Sadece size bir şey mi satıyor? Yoksa, öbür taraftaki hasta çocuklara dair bir şey yapıyor mu? Çünkü hep kazanarak bir şey yapamazsın. Ben mesela Türkiye’de en büyük problem olarak bunu gözlemliyorum üreticilerde. Hep istiyorlar. Çok demanding bir pozisyondalar. Bütün para sizin olsa ne olur ki? Hiçbir şey olmaz. Hepsini size verelim, buyrun. Razı olduk bütün toplum olarak, bütün parayı size veriyoruz.
Üç?
Yerli üretimi destekleme azminde olsunlar.Çünkü birçok ürünün üretim standardı aynı. Bir ürünü kötü yapmak çok zor. Ve satış sonrası süreçlerini, özellikle elektronik eşyalarda veya mekanik eşyalarda bu süreçleri iyi analiz etsinler. Hizmet talep ediyor olsunlar.
Bu, hem hükümetleri hem üreticileri, bir noktada tüketici ile uzlaşma zorunluluğunda bırakıyor. Siz hiçbir şey yapmazsanız, her şeyin fiyatı çok artar.
Üretici?
Üretici için, Bir; bugünün pazar ortamını anbean, günlük takip etmek zorundalar. Ve üretimlerini sürekli modifiye etmek zorundalar. Hammadde maliyetlerini sürekli kontrol etmek zorundalar. Bu bir.
İkincisi, olası genel pazar tepkilerini, kendi işlerine yansımasını çok iyi ölçmeliler artık. Taksitler bu kadar kısalıyorsa, yönetici idare belli tedbirler alıyorsa… Siz o geminin içerisinde olmasanız bile, bunun alt okumasını yapıp; kendi işinize dair önlemler alacaksınız.
Üç?
Üç: Holdinginizde oturan bir satıcı ya da pazarlamacı görürseniz kovun. Net söylüyorum. Kimse oturmayacak. Bugün oturma zamanı değil. Kullanmadığın ürünü satamazsın. Bu benim hayat mottom olmuştur. Bütün hizmet verdiğim markaları yüzde yüz tüketmişimdir. Gizli tüketicisi olmuşumdur. Kimse bana palavra sıkamamıştır toplantılarda. “Biz şöyle servis veriyoruz vs.” dediklerinde “Hayır vermiyorsunuz” diye çat diye söylerim adama. Dolayısıyla, siz Rexona reklamı yapıyorsanız ve bunu otobüsteki ter kokusu ile alakalı olduğunu varsayarak yapamazsınız. O otobüste o teri koklayacaksınız. Birini alıp da, otobüsün, çarşının ortasında kafasını şampuanlatmak vb. gibi saçmalıklar yapmazsınız.
Son?
Pazarlama iletişimi bütçelerini doğru kanalize edecekler. Bir lafımız vardı: Reklamın yarısı boşa gider ama hangi yarısı boşa… Kimsenin boşa gidecek 1 kuruşu yok. Ve markaların her bir çalışanı, vidayı sıkan adamdan patrona kadar, herkes markasının vicdanı olmak zorundadır. İletişimcilerin de markaların vicdan bekçileri olduğunu unutmamamız gerekiyor. Çünkü bir kişiyi bir kere kandırırsınız. Bir kere. İkinci kez kandıramazsınız. Hiç kimse salak değil çünkü.
Size bir hikâye anlatayım. Bir yatakçı arkadaşla tanıştım geçenlerde. Yatak üretiyor. Çocukluğunda çıraklıktan başlamış. Alttan gelen bir çocuk. Butik üretim yapıyor artık. Büyük bir usta hâline gelmiş. Büyük markalar, bunu Ar-Ge için kullanmak istemişler vs. Bir zaman sonra fark ediyor ki, 3 kuruşa satın aldıkları yatağı Nişantaşı’nda çok büyük paralara satıyor insanlar. Abi dedi; geçenlerde birisi geldi bana. Güzel birarabayla geldi kapıma dedi. Öyle indi arabadan. Yatak istiyor dedi. İhtiyaçlarını sormuş. Çok mu terliyor vs. Uyku takımı satıyor size aslında o. Yastığınızı, yorganınızı tasarlıyor vs. Paralar da bunları satın almak için kazanılıyorya aslında. 12 bin TL fiyat vermiş. Müşteri, “Çok pahalı değil mi?” diye tepki göstermiş. 12 bin TL abi dedi. Zaten 8 bin TL maliyeti var, ben de üstüne 4 bin TL koydum. Elimde dikiyorum. Ne dedin adama dedim. “Abi araban kaç para?” dedim dedi. Adam bana direkt şöyle yaklaştı “Ben pahalı arabayla geldim ya, o yüzden bana 12 bin TL diyorsun” demiş. “Hayır günde iki saat kullandığın şeye 1 milyon TL veriyorsun. Hayatın ve sağlığın için çok önemli olan 6-8 saat yattığın yatağa 12 bin TL pahalı diyorsun” diye yanıt vermiş.
Nasıl bir zihniyettir bu diye bana soruyor… Adam yatağı 9 bin TL’ye almış sonunda. Yine pazarlığını yapmış yani. O yüzden pazarlık yapmaktan hiç kimse vazgeçmesin ama ürünlerin de değerini versin.
Kızlar erkeklere soruyor! Bu çok popüler bir sitenin ismi. Kızlar erkeklere ne sorar canım diyebilirsiniz ki, haklısınız. Şaka değil. Ben de kendi kendime sordum. Girişimci Tolga Tanrıseven kurmuş. Site, tuhaf, enteresan, komik bir sürü hoş şeyi barındırıyor. Ama kızlar soruyor buzdağının üstünde kalan kısım, gerçek hikaye sonra başlamış. Sitenin iki etap başarısı da bundan kaynaklanıyor. Tanrıseven, ABD’de yaşadığı dönemde barda arkadaşlarıyla sosyalleşirken, “gelin bunu deneyimleyelim” diyorlar. Aynen böyle başlıyor. Şakayla! Her biri 10 kıza bir erkeğe ne sorabilirsin, “hadi sor” deyip gelen yanıtların basit algoritmasını dökmüş. Sonra da iş modeli çıkarmış. Çocuklar mühendis ve Türk! Başka ne bekleyebilirsiniz ki?
Bence çok değişik bir şey. Biraz geç keşfettim ama reaksiyonum hızlı oldu. Davet ettim Tolga Tanrıseven’i ilginç girişimini anlattı.
Buzdağının üstündeki kısım şöyle; kız erkek ilişkilerinde ilk adım önemli, soru sormak yanıt almak, doğru soruyu sormak ve dolayısıyla başka soru sorma hakkını elde etmek. Zincir başlayınca gidiyor. Bingo! Arkadaşlık başlıyor.
Ama kızlar bu!… Durmuyor, soruyor da soruyor. Erkek arkadaş bahane, giyim kuşam, yeme içme, hediye ve aklınıza ne gelirse… Birden farklı bir sosyalleşme ortamı doğuyor.
Her gün binlerce soru, her gün binlerce yanıt! Tanrıseven büyük ama çok çok büyük bir datanın üzerinde oturuyor. Kim bu datayı kullanacak… en büyük müşteri markalar.
Olay mahcupların buluşmasını kolaylaştırmak faydası üzerine mi başladı?
Evet.
O zaman siz ABD’de çalışıyordunuz, değil mi? Herhalde akıllı uslu bir işiniz vardı.
Evet. Güzel bir işim vardı. Bir Amerikan şirketinde mühendislik ekibinin başındaydım.
Eğitiminiz nedir?
Çukurova Üniversitesi’nde bilgisayar mühendisliği okudum. Master için Amerika’ya gittim. Hatta ikinci master programına da başladım ama beğendiğim bir iş karşıma çıktığı için bıraktım. İşim gayet güzel gidiyordu, böyle bir karar verdim.
Kızlarsoruyor.com’u kurmak için nasıl karar verir insan?
Ben işimden çok mutluydum, çok güzel bir işim vardı. Kariyeri olan bir işti. Fakat girişimcilikte bir virüs var, o virüsü aldıktan sonra ondan kaçamıyorsunuz. Bir şey sizi devamlı dürtüyor.
Pek çok yönden anlaşılır gibideğil… ABD’deki oluşumun ismi “kızlarerkekleresoruyor” (GirlsAskGuys) değil mi?
Evet. Türkiye’de Kızlar Soruyor. İsimler yanıltmasın, sadece kızlar soruyor, sadece erkekler soruyor gibi bir şey değil. Her iki taraf da soruyor.
Her türlü konunun sorulduğu bir platform. İçeride soruların yüzde 65’i kızlardan geliyor. Erkekler pek soru sormayı sevmiyor.
Kim cevaplıyor?
Yine daha çok kızlar cevaplıyor.
Hayat kadınlar olmadan bence çok yavan.
Çok sessiz olurdu.
Günde kaç soru soruluyor?
Günde 6-7 bin soruyu geçiyor.
Herhalde bir şeyler tekrar ediyordur ama olsun, ne fark eder değil mi?
Etmesi de lazım. Bizdeki sorular 6 kere 6 kaç yapar tarzı sorular değil. “…Erkek arkadaşım bana bunu dedi… ya da hangi ürünü almalıyım…” gibi sorular.
Sizi çok etkileyen soru ne oldu?
Çok değişik sorular gelebiliyor. Şu anda aklımda 10-15 tane dönüyor. İnsanların hiç tanımadığı birisinden ne yapacağına dair fikir alıp uygulaması bana ilginç geliyor. “İşe giderken ne giymeliyim?” Hayatta tanımadığım bir insan “ne giymeliyim”in cevabını veriyor ve ben onu uyguluyorum.
Karşı taraf “…Elinde ne var?…” diye mi soruyor?
Yok hayır. Güzel soru. Forum değiliz.Sorulan sorulara da bağlı. İlla sorması gerekmiyor. Anketler de yapabiliyorlar. A B C şeklinde resimler koyuyor, hangisini giysem diye sorabiliyor.
Peki, giydi gitti, iyi sonuç alamadı. Sonra gelip sizin söyledikleriniz tutmadı diyor mu?
Evet. Onu yapmamasının da sebebi şu, soruyor ama 20 kişi cevaplıyor, bir siyah giy, biri beyaz giy diyor. Sonuçta cevabı veren kişi soruyu soran kişi. O sadece oradan görüş alıyor. Biz eskiden gelenlere “cevap” derdik, artık “görüş” diyoruz.
Buradan alınacak çok ders var. Tam iki kez yatırım almışsınız. Tek başınıza mı başladınız?
Eski eşimle başladım. Hiçbir ortak yoktu. Bootstrap denilen altyapıyı kullanarak başladı Girls Ask Guys ve benim part-time devam ettirdiğim bir işti. Daha sonra yatırım geldi, ortaklar geldi.
Hangi yıllarda ne kadarlık yatırım aldınız?
2013’te1 milyon dolar.2015’te 1,1 milyon dolar civarında.
Yeni yatırım alma planınız var mı?
Şu an kendimizi çeviren bir hale geldiğimiz için aktif olarak bir yatırım arayışımız yok.En çok gurur duyduğum yönlerinden birisi bu oldu.
Kendinize bir iş kurmuşsunuz, kurup ilk fırsatta çıkış yapayım durumunuz yok…
Her girişimcinin kafasında “exit” denen şey olması lazım. Yok, ben hayatta çıkmam diyene girişimci bile denmeyebilir açıkçası.
Google’dan bakınca Kızlar Soruyor Bodrum’dan yönetiliyor. Şirket kurumsal olarak Amerika’da devam ediyor, siz balık tutarken… kızlar soruyor! Böyle mi hayal edelim?
Ondan çok da uzak değil. Dün mesela bir görüşme yaptık. İşe alacağımız kişiyle skype video görüşmesi yaptık. Teknolojimizin başındaki Leandro, Güney Amerika’da, çağrıya o da katıldı. Şu anda Güney Amerika’da yaz mevsimi. Toplantıya sahilde palmiye ağaçları altında katıldı. Yaptığımız, yaratıcılık isteyen bir iş. Geliştirme kısmı olsun, satış olsun, içerik yaratma olsun yaratıcılık isteyen işler. 9-5 buradan bunu al, bunu yap tarzı işler değil. 7/24.
Keyif keka, adama bak palmiyenin altında denebilir mi yoksa içi beni dışı seni durumu mu? Bundan, gece-gündüz yok diye anlam da çıkarabilirim.
Evet. Ekibin o şekilde olmasına karşın biz zamana karşı cevap veriyoruz. Herkesin kafasının rahat olması lazım.
Kaç kişi çalışıyor?
Şu an 40-45 arası.
Çalışma mekanizmasını bana nasıl anlatabilirsiniz? Günde 6-7 bin arasında soru geliyor. Her dileyen oraya soruyu post edebiliyor mu?
Ayda 20 milyona yaklaşıyor. Görüş paylaşmak için bir hesap açmanız gerekiyor. Bu web’ten olabilir ve her isteyen sorusunu sorabiliyor.
Kontrol?
Tabii ki.
Sansür?
Sansür demeyelim, kontrol diyelim. 3 tipli. Birincisi teknoloji ile. Algoritmalar ile kontrol ediyoruz. İkincisi ekibimiz. Ekibimizde gönüllü moderatörlerimiz var. Onlara ekip diyorum. Yüzün üzerinde gönüllü moderatörümüz devamlı sitedeler ve kuralları çok iyi biliyorlar. Ne olması-ne olmaması lazım kontrol ediyorlar. Üçüncüsü de içerde kurduğumuz çalışan ekibimizde topluluk yöneten bir ekip. Onlar da son kapı olarak gelen raporlamalara baktıklarında kaldırma, ekleme vesaire yapıyorlar.
İki buçuk 3 sene önce çok değişik bir bakış açısına geçtik. Daha önce kötü ne var onu bulalım, kaldıralım havasındaydık. Platformu ona göre yaptık. Şunu gördüm, günde 6-7 bin soru, 200 bine yakın görüş geliyor. Artık kötünün peşinde koşmak yerine iyinin peşinden koşalım. İyiyi öne çıkartalım. Kötü alta düşecek ve gözükmeyecek. Şimdi onu çok iyi yapıyor hale geldik. Kötü bir şey sorulmuyor mu? Mutlaka soruluyor.
Bundan sonra ne olacak sorusunu sormak istiyorum. Nereye gidiyorsunuz? Nasıl bir yenilik düşünüyorsunuz?
Türkiye’de bayağı büyüdük. Kızlar Soruyor hızlı büyüdü. Bunu hem topluluk olarak hem markalaşma olarak globalde tekrarlamak. Türkiye’de iş yapan herkesin kafasında bu mutlaka vardır. Bizim gerçi farklı oldu. ABD’de başladık, Türkiye’de yaptık, şimdi bunu tekrar nasıl dışarı çıkartabiliriz. O yüzden biraz daha kolay olacak gibi geliyor. Şu an Hindistan’la görüşüyoruz, çok benzer bir kültür.Böyle bir platform Hindistan’ın ilgisini çekti, görüşüyoruz. Globale çıkarmak bir tarafı… Aynı zamanda yelpazeyi genişletip kızlarla erkekler arası yardımı aşıp insanına göre nasıl yardım edebilirime cevap arıyoruz…
Sizin ve benim yardımdan anladığımız farklı. Neye yardım edecekler?
Her şeye. Olayı biraz geniş düşünüyorum. Şu anda özelleştirilmiş durumda. Kız erkeğe, erkek kıza yardım ediyor. Ne giyecek… doğum gününde ne alacak vesaire.Bu çok sorulan bir soru.
Ya da kız arkadaşımı nereye götürsem.
Evet, ilk buluşma! Ama bunu daha açabilir miyiz, insanları daha çok bağlayabilir miyiz? O yardımı her türlü bireye taşımak için.
Bir sürü aplikasyon ve fikir var… çoğu birbirine benziyor. Bunların arasından sizin platformunuzun ayrışmasının sebebi ne? Farkınız ne? Neden iki defa yatırım aldınız?
Çok güzel soru. Olan bütün aplikasyonlarda bir ticari amaç var. Birisi bir şey satıyor, birisi bir şey alıyor. Bizde yardımı alanla yapan arasında şu anda ticari bir bağ yok. Üye olmak, soru sormak bedava. Görüş paylaşmak bedava. Hatta şu anda markalarla çalışıyorum, bir tane marka bizim kullanıcılarımızı alıp, bir “focus grup” kurup sormak istiyor, niye kızlar soruyor da bir şey beklemeden bu kadar çok paylaşım yapıyorsunuz?
Markaların işin içerisine girmesi ürkütücü olur mu acaba?Bu işte samimiyet önemli değil mi?
Kesinlikle öyle.
Anahtar kelimelerinizi çıkarıyorum: işe, yardım diyorsunuz; farkına, samimiyet… Negatif yerine pozitifi köpürtüyorsunuz.
Samimiyet birinci anahtar kelime. Markaları entegre ederken buna çok dikkat ediyoruz. Şu an birçok marka ile çalışıyoruz. Biliyoruz ki biz topluluğa bir markayı gösterirsek ve bunu kötü bir şekilde yaparsak o topluluk kaçacak. O topluluk gittiği anda elimizde bir şey yok.
Komünikasyon yapmak için hikâye anlatmak en güzel yoldur. Ama bir marka kendi hikâyesini anlatmamalı. Marka kullanıcısının, tüketicisinin anlayıp onun hikâyesinin bir parçası olmaya çalışmalı. Biz de platform olarak markalara şunu vadediyoruz, gelin diyoruz, kullanıcılar bunu konuşuyor, biz sizi onların planladığı gibi sizi işin içine sokabiliriz diyoruz.
Kötü bir şey de konuşuyor olabilirler. Marka buna da hazırlıklı olmalı?… Yani ben bunu denedim olmadı şimdi ne kullanayım diyebilir. Bir başka kilit kelime de cesaret!
Markalara söylüyoruz.Türkiye’de olmamamın en büyük sebebi o toplantılara benim de girmem ve öğrenmem. Markalar ne istiyorlar, ne bekliyorlar. Orada dikkat ettiğim, o cesaretin gelme sebebi bir jenerasyon değişti, girdiğimiz yeni milenyum kuşağında farklı marka yöneticileri var. Dolayısıyla onlar bu cesareti bulabiliyorlar. O biraz bizim şansımız oldu.Büyük ihtimalle aynı ürünü bir önceki jenerasyona satamazdık.
Başka ne yapacaksınız?
Dediğim gibi globale açılacağız.Ve lokale bağlamak. Markalarla bunu da konuşuyoruz.
Yani küçük bir Anadolu kenti için de sizin bir proje geliştirebileceğinizi söylüyorsunuz. Tercüme edebildim mi?
Evet. Hayalim, yaptığım platformu kullanarak insanların çok daha iyi kararlar verebiliyor olması. Etrafındaki kişilerden tanıdığı veya tanımadığı kararlar ve görüşler alarak şöyle bir lafımız var bizim; Facebook’a gidip geçmişte ne yaptığını yazıyorsun, Tweeter’a gidip şu anda ne yaptığını yazıyorsun, kızlar soruyor’a gelip ne yapmam gerektiğini öğrenecek bir hale getirmek istiyoruz.
İndeks Konuşmacı Ajansı Kurucusu Yaprak Özer, İndeks Konuşmacı Ajansı üyelerinden Volkan Akay’la kurumların neden motivasyon konuşmacısı istedikleri, motivasyondan ne anladıkları, konuşmacıdan beklentileri hakkında konuştu.
Motivasyon denen şey nedir, buyurun anlatın lütfen.
Motivasyon konuşmacılığı Google’dan 3-5 tane güzel fotoğrafı alıp, üstüne onun bunun sözünü koyarak, geçmişten hepimizin çok beğendiği efsane sözcükleri alıp koyarak yapılabilecek bir şey değil. Ver coşkuyu haliyle yapılabilecek bir şey değil. Motivasyon konuşmacılığı gerçek manada, bir duygusal deşarj halidir. Eğitim seviyemiz farklı olabilir, gezdiğimiz yerler farklı olabilir, evimizi dekore etme şeklimiz, yaşadığımız semt, aslında öyledir değil mi… Evet. Alışveriş yaptığımız market dahi üzgünüm kanaat oluşturucu, his belirleyici artık, oradan alışveriş yapıyorsa, bu kıyafeti giyiyorsa, bu arabaya biniyorsa, şu semtte oturuyorsa diye bir sürü şey var. Etiketi yapıştırdık. Fakat orada ortak duygu var. Kendimizi ifade ettiğimiz sözcükler başka ama duygu aynı. Duygu kızgınlık, duygu öfke, duygu hüzün, duygu acı, duygu mutluluk. Ortamlarımız başka, sözcüklerimiz başka, davranış biçimlerimiz başka ama duygu aynı. Şimdi motivasyon konuşmacılığının da kaynağı aslında budur.
Sizi niye istiyorlar?
Ben onları rahatlatabiliyorum.
Kurum motivasyon konuşmacısını niye ister?
Eğer sıkışmış bir gaz varsa, eğer ekip arasında ciddi bir huzursuzluk varsa, ekip ile yöneticiler arasında uzlaşılmaz bir hal varsa. Hayatın merkezini oluşturan iletişim. En temel problem budur. İletişimin önündeki engellerden bahsedelim. Bir, kim olursanız olun, ego. Galip gelme duygusu, küçümseme, azımsama, ezme hissi, koltuk kaygısı gibi sayabiliriz. Şirketlerde temel problem bu. Personelimle iyi geçinemiyorum, verimliliği düştü, yöneticim iyi değil, iyi yönetemiyor. Orada sıkışmış.
Bir de bunların üzerine doğrudan müdahele edemeyeceğimiz ekonomik kriz, geçinememek gibi mutsuzluklar olsa gerek.
Kendi hayatında mutsuz olduktan sonra bunun işe yansımaması mümkün değil. Bizim yaptığımız adamın söylemek isteyip de söyleyemediklerini deşifre etme hali.
Ne yapıyorsunuz? Orada konuşturuyor musunuz?
Hayır.
Siz konuşunca kendisi konuşmuş mu hissediyor?
Tam da öyle hissediyor. Yıllarca söylemek istediklerini söyleyememe hali. Kim olursak olalım, adımızın önündeki sıfat ne olursa olsun hepimizin gerçekten söylemek istediklerini söyleyememe gibi bir hali var.
Siz eller havaya, hadi oynayalım gibi şeyler yapıyor musunuz?
Biz onu başka türlü yapıyoruz. “Ver coşkuyu” gibi değil ama içindeki o duyguyu deşarj edecek sihirli sözcüklerle rahatlatmaya çalışıp sonra da deşifre ederek yerine düzgün duyguyu yerleştirmeye çalışıyoruz. Rahatla, yalnız değilsin, tek başına değilsin, bunlar hayatta var, hepimizin bildiği şeyler. Ama işte duymaya, birinin söylemesine, birinin bizi ateşlemesine ihtiyacımız var. İyi geldiğimiz açık.
Bunu nereden anlıyorsunuz?
Bana gelen mesajlar Instagram hesabımızda görülebilir. Yüzlerce mesaj geliyor.
Nasıl konuşuyorsunuz? Empati, karşı taraftakinin yerine koyma hali, anlama… nasıl yapıyorsunuz?
Bu işin bir sırrı varsa; hissedeceksiniz.
Hissetmeyi bana hissettirir misiniz? Yani nasıl hissedecek?
O sabah işe geldi ya o adamın yüzüne baktığınızda okuyabiliyor olmanız lazım eğer iyi bir yöneticiyseniz ve ekibinizle ilgileniyorsanız, bol vaktiniz de varsa tabii. Yönetim de buna izin vermek zorunda. Bir ekibi yönetmenin en kolay yolu onun duygusunu yönetebilmektir. Bizde hep başka türlü öğretirler. Ona karşı çok duygusal olma, kaybedersin falan derler. Ben de bilakis duygusal ol kazanırsın derim. Tüm yöneticilere de bunu söylerim. Özel hayatımda herkese de bunu söylerim. Duygularını doğru yönet.
Uzun yıllardır bu işi yapıyorsunuz motivasyon kavramını en eski kullananlardan birisiniz, öyle değil mi?
Bence bu ülkede herhalde gerçekçi manada kullanan en eski kişiyim.
Televizyondan ve iletişimden buraya kayışınız nasıl oldu?
Kovuldum. Ben 26 yaşında çok güzel işler yapmış ve o işlerin nimetlerini yemiş bir adamım. Bu evlendirme programlarından yemek programlarına kadar çok sayıda programa bugün hala iş yapan çok ünlü, çok para kazanan insanlara içerik yönetmenliği yaptım.
Yani “ver coşkuyu” da biliyorum “eller havaya” da bilirim diyorsunuz.
Evet. Onu da biraz bilirim. Ondan sonra, siz iyi bilirsiniz, medyada krizler oldu. Biraz külfetli olanı hemen kovarlar. Ben de kovuldum. Kendi çapımda, kendi alanımda da olsa kendimi çok güçlü zannediyordum. Öyle olmadığını anladım. Çok üzülmüştüm. Her şirkette bu konuya hakim bir yönetici olmalı. Hayalim bu. Her şirkette bir iki tane insanların duygularına bakabilen, onları hissedebilen, onları yönetebilen insanlar olmalı. Bazı yöneticilerimiz doğuştan bu özelliklere sahipler. Bunu yapabiliyorlar. Ama kabul edelim, insanların iş değiştirme nedenlerinden bir tanesi, belki de en önemlisi para değil çoğu zaman. Para iş değiştirmek için sebep midir? Evet. Her zaman değildir. En önemli sebep çoğu zaman kabaca ortam dediğimiz şeydir. Yeter ki huzurlu olayım diye bazen daha az paraya bile gider. Her şirkette böyle bir iki tane adam yapabilirsek, kopuşlar daha az olur. Şirketin verimliliği artar çünkü hakikaten işi bilen adamla çalışmaktan daha güzel ne olabilir ki?
Herkesi kapının önüne koyarlarken ben sevgi müdürü alacaklarını hiç sanmıyorum.
Yeni dünyanın her gün türeyen kavramlarından biraz sıyrılmamız gerek. Çünkü işin özü çoğu zaman aynıdır. O kavramların hepsinin içine bakın, hepsinde bir duygu yönetimi vardır. İşte transaksiyonel analiz vs. inovatif yenilikler, hepsinin içinde, insan tarafından bahsediyorum, teknik başka, insan tarafında bir duygu yönetimi vardır. Biz orada insan yetiştirmek zorundayız.
Türk kimliği ve Türklük meselesi son yılların temel tartışma konularından biri iken Kürt kimliğinin gündemdeki yeriyle birlikte ve gayri müslimlerin durumu ve haklarının da bu çerçevesinde tartışılmazıyla konu daha bir önem kazanmış durumda. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, sadece etnik köken olarak Türk olanların değil, Kürtler, Ermeniler, Çerkezler, Boşnaklar gibi pek çok etnik grubun Türk olarak tanımlanması ve Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkesin Türk olarak kabul edilmesi bugün yaşanan pek çok sorunun tartışma odağını oluşturuyor. En yoğun olarak Kürt kimliği konusunda kendini göstermektedir.
Soner Çağaptay, kitabında Türk milliyetçiliğinin bir analizini yaparak, 20. yüzyılın başından günümüze kadar geçen süreçte Türk kimliğinin içeriğini oluşturan olguları değerlendiriyor. Yazara göre Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu kimlik sorununun aşılabilmesi, Türklük kavramının muhtevasının açıklanabilmesiyle gerçekleşecek ve bu da Türk kimliğinin nasıl şekillendirildiğinin incelenmesiyle mümkün olacak.
“Yapıtları bir kent ya da coğrafyayla bütünleşmiş yazarların, sanatçıların izini süren bir kitap bu” diyor Nedim Gürsel “İzler ve Gölgeler” için. Bir yazar eşliğinde başka sanatçıların dünyasına yapılan bir yolculuk vaadi… Kentlerin ruhunu yakalayacak, o kentlerde yazarların ruhunu bulacaksınız. Arkanızda hep bir sanatçının gölgesi… O gölge bazen bir meydana düşecek, bazen bir bara ya da kafeye… Bazen bir tangonun ateşli figürlerine ayak uyduracaksınız, bazen de cazın hüznüne katılacaksınız sokak aralarında… Yazarların, ressamların, müzisyenlerin eserlerini üretme biçimleri hakkında da bilgi sahibi olacaksınız üstelik bu gezide. Sokaklardan beslenenlere de, kavgasını bir kente, bir ülkeye mal edenlere de rastlayacaksınız… Onların mekânlara bakışını yakalayacaksınız satır aralarında. Baudelaire’nin Brükseli, Caravaggio’nun Roması, Kafka’nın Pragı, Puşkin ve Dostoyevski’nin Sen Petersburgu, Gogol’ün Ukraynası, İvo Andriç’in Bosnası ya da Borges’in Buenos Airesi… Ziyaret ettiğimiz yerlerden sadece birkaçı bunlar. Böylesine kapsamlı bir yolculuk kaçırılmaz değil mi? Hem dünyanın büyülü köşelerine uzanacaksınız hem de sanatçıların gizemli yüzünü keşfedeceksiniz… Buyurun! Bir edebiyat ve gezi şöleni başlıyor!
İki kente, birbirine tarihin gizemi ve denizlerin dalgalarıyla bağlanmış, Venedik ve İstanbul’a adanmış bir roman “Resimli Dünya”. Elbette, resim sanatı da büyük bir önem taşıyor romanın kurgusunda. Belki bir de, yalnızlık… Ve aşk… Nedim Gürsel’in ilk kez 2 yılında yayımlanan, gerek yurtiçinde gerek yurtdışında büyük yankı uyandıran romanı “Resimli Dünya”, sanat tarihi profesörü Kâmil Uzman’ın İtalyan Rönesans resmindeki Osmanlıların izini sürmek için gittiği Venedik’te geçiyor. Roman boyunca tüm Rönesans ressamlarının eserleri arzı endam ediyor, tıpkı su şehrinin kanalları, köprüleri, tarihî binaları gibi… Görselliğin romanı diyebiliriz “Resimli Dünya” için… Doğu ile Batı’nın karşıtlığının romanı olarak da adlandırabiliriz. Gürsel kitaba, profesörün zaman zaman çocukluğuna, zaman zaman da yaşadığı kente, İstanbul’a yaptığı hayal yolculuklarıyla başka bir açı kazandırmayı da ihmal etmemiş. Önce kokusunu duyup sonra âşık olduğu kadın da “Resimli Dünya”nın diğer görsel tatlarından biri… Almanca ve Fransızca’ya çevrilen romanın bu yeni basımında da yine büyük ilgiyle karşılanacağı kesin.
Nedim Gürsel, küçük bir Anadolu kentinden İstanbul’da bir okula daimî yatılı gelen henüz on altısında bir öğrencinin altüst olan dünyasına götürüyor okuru. Çocukluğundan, çocukluğunun mekânlarından koparken yüreğine dolan hüzünlere, erişkinlerin dünyasındaki ürkek ilk adımlara, o güne kadar yaşanmışlıklar hızla sislere gömülürken büyük şehrin, bin yıllık Osmanlı payitahtının bütün görkemiyle hayal dünyasını ele geçirip gözlerini kamaştırışına… Anneden bu ilk ayrılışa. Kadın bedeniyle ilk temasa. İstanbul’a, başını döndüren bu inanılmaz şehre… Ve okur, hem yazarın belleğinin derinliklerinde, çocukluğun büyülü dünyasında, hem de kentin çamurlu, dar sokaklarında, tarihin ve coğrafyanın kesiştiği bir âlemde buluyor kendini.
Nedim Gürsel firavunlar döneminden günümüze, eski Mısır mitolojisinden Nobel Ödüllü yazar Necip Mahfuz’un
Kahire’sine doğrueşsiz bir yolculuğa çıkarıyor okuru. Dinsel inancın kaynağını araştırıp sorgularken Nil Nehri boyunca eski uygarlıkların izini sürüyor.
Karşımda bir taş yığını yoktu yalnızca,binlerce yılın içinden gelip göğe yükselen, görkemli ve ezici bir anıt mezar vardı. Bu akıl almaz yapının gölgesinde oturdum uzun süre. Eskinin olağanüstü günlerini, tarihin derinliklerine gömülmüş olayların Nil Nehri gibi ağır aksak akışını,yenen ve yenilenleri, kayıklarına binmiş ölülerin tanrıların eşliğinde öbür dünyaya geçerken belki de son kez bu manzarayı seyrettiklerini düşündüm. Derken gölgeler uzadı, birden kızıla kesti dünya. Taşlar kararmaya başladı. Akşam alacasında renkler soldu. Ve Gize’de gün akşam oldu.
Yolları yirminci yüzyılın büyük yıkımlarını yaşamış Berlin’de kesişen üç kişi. Harp Okulu eski öğrencisi, eşcinsel ve komünist Ali Albayrak. Okuldaki ve Türkiye Komünist Partisi’ndeki lakabı “Melek”; hayran, hatta âşık olduğu Nâzım Hikmet’i ihbar eden raporlarındaki kod adı “Şeytan”. Şehvet düşkünü şarkıcı İpek ve onunla tutkulu bir aşk yaşayan biyografi yazarı.
Siyaset ve şiddeti sorgulayan bu çokkatmanlı romanı bilinmeyen yönleriyle Nâzım Hikmet’in hayat hikâyesi olarak da okuyabilirsiniz, yirminci yüzyıl tarihiyle bir hesaplaşma olarak da…
Bir tren penceresiydi eskiden, şimdi bir “eski tüfek”. Değil hızlı trenlerin, marşandizlerin bile uğramadığı bir istasyon. Öyle ıssız, terkedilmiş, karda kışta yapayalnız. “Son Otobüs”ü benzer duygularla yazmış olmalı Şair Baba, bunu şimdi daha iyi anlıyor. Burda, bu yaşta, buğulu camın karşısında tek başına otururken. Tek başına sayılmaz aslında, camdaki suretiyle birlikte demlenirken. Ancak şimdi, karlı bir Berlin gecesinde anımsarken geçmişi, yolun sonuna gelmişken. Mal bulmuş Mağribi gibi sevinmişti o şiiri Budapeşte’de ele geçirip Stasi’ye gönderdiğinde. Şair Baba’yla çıktığı tüm yolculuklar da o yolculuk gibi geride kaldı. Ankara, Bursa, Sofya, Leipzig, Moskova…
öz Uçar öykücü, romancı, deneme yazarı Nedim Gürsel’in Jorge Semprun, Juan Goytisolo, Nathalie Sarraute, Etiemble, Alain Bosquet, Lawrence Ferlinghetti, Yaşar Kemal, Mahmut Derviş, Abidin Dino, Pertev Naili Boratav ve Peter Schneider’la çeşitli zamanlarda yaptığı söyleşilerden oluşuyor.
Nedim Gürsel, çağına tanık aydın ve sanatçılarla yüz yüze gelişini, söyleşi yapma amacını, ortak duygu ve düşüncelerin buluşma noktaları olarak açıklıyor ve şöyle diyor:
“Bu söyleşilerin ayrıntılara yönelen, yazın-toplum-siyaset-kültür arasındaki ilişkileri irdelerken dünyamızın sorunlarına da açılan niteliği, sanıyorum günümüzde de geçerliliğini koruyor. Konuştuğum kişilere yalnızca soru sormakla yetinmediğimi, yapıtlarını çözümleyici bir yaklaşımla ele alarak onları okurların gözünde daha anlaşılır ve görünür kılmaya çabaladığımı özellikle belirtmek isterim.”
Gürsel, kitapta yer alan ve farklı kültür coğrafyalarından gelen bu yazar ve sanatçıların renkli dünyalarının kapılarını okurlara açıyor.
Nedim Gürsel edebiyat, tarih, mimarî ve resmin kesişme alanlarını göz ardı etmeden İspanya’da bir yolculuğa çıkarıyor okuru; Madrid’den Toledo’ya, Barcelona’dan Santiago de Compostela’ya ve elbette Endülüs kentlerine götürüyor. Bu kitabın bir başka özelliği de boğa güreşi ile El Greco ve Goya’nın yapıtlarına bir yazar gözüyle bakması.
“Sierra Nevada’nın karlı yamaçlarına sırtını dayamış kırmızı surları, kuleleri, su sesine aşina iç avluları ve kûfî yazılarıyla günbatımında yeşilin içinden fışkıran Elhamra Sarayı’nın fotoğraflardaki gizemli çekiciliği miydi bende bu yolculuk isteğini uyandıran, yoksa Lorca’nın şiirleri mi?
Şair bu dünyadan erken ayrılacağını sezmiş gibi en doğal Endülüs manzarasını betimlerken bile, aynı toprağın ressamları Murillo ve Zurbaran’ın da tablolarından hiç eksik etmedikleri ölümü düşünmekten kendini alamıyordu. Onun dizilerinde gizemli bir görünüşü vardı Kurtuba’nın, ay kırmızı, at karaydı. Ve Kurtuba surlarında ölüm gözlüyordu yolunu.
Belki de Münir Nurettin Selçuk’un bestesi sayesinde çoğumuzun en azından bir beytini ezberlediği Yahya Kemal’in ‘Endülüs’te Raks’ıydı beni oraya çeken.”
Nedim Gürsel Acı Hayatlar’da kimi zaman şehvet kimi zaman boğuntuyla yaşadığı yere damgasını vuran yazarların peşinde bir yolculuğa davet ediyor okuru
Aynalarda balıketi, yapay sarışınlar, az sonra görkemli asansöre binip aile babalarıyla odaya çıkacak orospular makyaj tazeliyorlar. Derken görüntüye Justine de gelip yerleşiyor. Belki bir orospu değil o, sarışın da değil. Ama bir dönemin en cazibeli, en gizemli, en belalı kadınlarından biri. Onun, bugüne dek tanıdığım roman kahramanları arasında çok özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Belki şehveti değil de düpedüz nemfoman oluşu bende bu düşünceye yol açıyor.İskenderiye’yi kucaklamak, kollarımın arasına alıp onda Justine’i bulmak, onunla hemhal olmak, Justine’de İskenderiye’yi yaşamak istiyorum, bu isteğin yalnızca bir hayal, boşa harcanmış bir gençlik tutkusu olduğunu bilsem de.
İskenderiye ve bu kente ismini şehvetle nakşetmiş olan “belalı güzel” Justine’in yaratıcısı Lawrence Durrell. Ömrünü bu kentte tüketmiş, genç oğlanlara düşkün Yunanlı şair Kavafis. Beyaz gecelerin kenti Moskova ve “ölü canlar”ın avcısı Gogol. Genç ve güzel karısının uğruna düelloda can veren Puşkin, “aşkın kayığı hayatın kayalığına çarpınca” canına kıyan Mayakovski. Cezayir’in ikinci büyük kenti Oran ve bu kenti “sıkıntının başkenti” ilan eden Camus. Pula ve James Joyce. Frankfurt, Weimar ve Goethe. Paris yakınlarındaki Vendôme ve Honoré de Balzac’ın yatılı okul yılları. Madam Bovary’nin yazarı Flaubert’in izinde Deauville ile Trouville…
Nedim Gürsel Acı Hayatlar’da kimi zaman şehvet kimi zaman boğuntuyla yaşadığı yere damgasını vuran yazarların peşinde bir yolculuğa davet ediyor okuru. Bir dedektif özeniyle bir kentin o yazarın önce ruhuna, sonra metnine sızan özünü yakalıyor. Edebi bir yolculuk bu, okudukça içinde kaybolacağınız…
(Tanıtım Bülteninden)
Karanlık günler bu kitapta anlatılan… Karanlık cümlelerde hayat bulan günler… Yine de bir umut var satır aralarında… Gizli saklı da olsa bir yerlerden kendini gösteren bir umut…
12 Mart Muhtırası’nın ardından dağılan hayatların öykülerini yazmış Nedim Gürsel. “Uzun Sürmüş Bir Yaz” ilk kitap olmanın tüm sıcaklığını taşıyor. Öykülerde yaşananlar sıcak değil, boğucu aslında. Hatta ürkütücü… Ama Nedim Gürsel’in onları kaleme alışındaki şiirsellik okuyucuyu bu karanlık ve kanlı olaylarla mücadeleye zorluyor. Çarpıcı, vurucu bir anlatım hâkim öykülere.
1972-1975 yılları arasında yazılan iki ana öyküden oluşuyor kitap. Ancak, öykülerden ikincisi 6 farklı öykü olarak da okunma şansına sahip. Kitabın bu yeni basımında, Gürsel’in eklemeleri de var. “İlk kitabım: Uzun Sürmüş Bir Yaz” ve “Kesin sonucu sürekli ertelenen bir dava” başlığı altında yayımlanan bu yazılarda yazar, ilk kitabına ve onun hakkında açılan davaya dair fikirlerini de okuyucularıyla paylaşıyor. Gürsel’e 1976 yılında Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazandıran “Uzun Sürmüş Bir Yaz”ı okumayanlar için bulunmaz bir fırsat bu. Okumuş olanlar da bu yeni basımla birlikte Nedim Gürsel’in ilk öykülerini hatırlama şansına sahip olacaklar.
Anadolu… Derin Anadolu… Nedim Gürsel’in kaleminden İznik’ten Harran’a, Denizli’den Niğde’ye, Assos’tan Tarsus’ta uzanan bir yolculuğun izdüşümleri…
Okul gezilerimizden anımsıyorum.
Başında hasır şapka, üzerinde kısa pantolonla yıkıntıların arasında dolaşan, arada bir güneş gözlüklerini çıkarıp her taşı dikkatle inceleyen, birkaç silik harften de oluşsa gördüğü her eski yazı karşısında hazine bulmuş gibi kendinden geçen tarih öğretmenimizin peşinden ayrılmazdım.
Öğretmenimize bakılırsa güneşe tapan da bizdik, İsa Mesih ve Allah’a inanan da. Dionysos’un elinden şarap Kibele’nin memelerinden süt içmiştik…
Tarih boyunca kopuşları değil tek bir akışı, benzersiz bir sürekliliği yaşamıştı Anadolu. Çok zengin, çok yönlü, ille de köklü bir mirasın üzerinde oturuyorduk. Tümüne sahip çıkmalıydık tarihimizin, geçmiş uygarlıkların mirasını günümüze taşırken her şeyi özümlemeli, bir köşede unutulmuş, yosun tutmuş da olsa en küçük taşı bile ihmal etmemeliydik.
“Boğazkesen: Fatih’in Romanı”, yayımlandıktan kısa süre sonra birkaç Batı diline de çevrildi ve yayımlandığı diğer ülkelerde de geniş yankılar yarattı. İşte, romanın hem Türkiye’de hem de diğer ülkelerde nasıl karşılandığına birkaç küçük örnek:
” ” ‘Boğazkesen’, klasik bir modern anlatı.” Enis Batur.
” “İstanbul’un fethi bölümü, kanımca Türk yazınındaki en etkileyici metinler arasında sayılmalı.” Erendiz Atasü.
” “Romanın kişileri, Nedim Gürsel’in imgelerle dolu dilinin ustaca dirilttiği, olduklarından daha etkileyici kişiler.” Françoise Germain-Robin/”L’Humanité”.
” “Nedim Gürsel, yalın bir tarih resmi çizmemiş, tersine postmodern bir biçimde, romanın oluşumunu romanın içine katmıştır.” Hans Christoph Buch/”Die Zeit”.
” “Gürsel, tarihî öyküler yazarken romantik bir usta olduğunu kanıtlıyor.” Yorgos Papaiosif Akropolis.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Özer’in Bu çalışması hem Teori ve hemde uygulama alanında önemli bir boşluk dolduracak niteliktedir. Özellikle gölge bağımlı değişkenli modeller konusunda Türkçe litaratüre büyük katkı sağlamaktadır. Ayrıca, konuya ilişkin uygulama kısmı da araştırmacılara önemli bir hizmet verecek özellikte bulunmaktadır.
Ekonomide faizleri belirleyen faktörler nelerdir?
o Kur ve faiz ilişkisi…
o Reel Getiri hesabı nasıl yapılır?
o Basit ve Bileşik faiz nasıl hesaplanır?
o Paranın Zaman Değeri…
o Yatırım projelerinin kârlı olup olmadığı nasıl anlaşılır?
o Tüketici Kredileri nasıl hesaplanır?
o Leasing Taksitinin Hesaplanması…
o Hazine Bonosu, Tahvil, Eurobond hesaplamaları…
o Hisse Senedi Fiyatlaması
o Spot Döviz nedir?
o Çapraz Kur nasıl hesaplanır?
o Forward Döviz Alış ve Satış Kuru hesaplaması nasıl yapılır?
o Olması gereken kur düzeyi neyi ifade eder?
o TL’nin değer artışı ve azalışı nasıl hesaplanır?
Bu çalışma kitabında tüm bu soruların yanıtları; örneklerle verilmekte ve HP Hesap Makinesi uygulamalarıyla anlatılmaktadır.
Bankalar günlük yaşamımızın bir parçası haline geldi. Banka kartı, kredi kartı, ATM, tüketici kredileri, mevduat gibi kavramlar ve/veya ürünler bize çok da yabancı değil. Ancak akreditif, zorunlu karşılık, türev işlem gibi birçok karmaşık kavram ve/veya ürün ile de karşı karşıya kalıyoruz. Bu çalışma ile birçok soruya yanıt vermiş olacağız:
Bankalar nasıl kurulur ve hangi faaliyetleri yapmasına izin verilir?
Bankalar nasıl çalışır?
Bankaların satın alma gücü yaratım mekanizması nasıl işler?
Bankaların müşterilerine sundukları ürün ve hizmetler nelerdir?
Bankalar nereden fon bulurlar?
Bankalar buldukları fonları nasıl kullanırlar?
Bankalar nasıl kredi verir?
Gayri Nakdi Krediler ne anlama gelir?
Bankalar dış ticarete nasıl destek verirler?
Bankaların bilançosu ve bilanço dışı işlemleri nelerdir?
Banka bilançosu nasıl okunur?
Bankalar nasıl kar ederler?
Bankalar hangi riskler ile karşı karşıya kalırlar?
Bankalar riskleri nasıl yönetirler?
Sermaye Yeterlik Oranı bankalar için neden önemlidir?
Bankalar nasıl yönetilir?
Bankalar neden Aktif-Pasif yönetimi yapmak zorundadırlar?
Türev işlemler (forward, futures, options ve swap) işlemleri neden yapılır?
Teori ve pratiğin iç içe geçtiği bu çalışmanın okuyucuya yararlı olması dileğiyle…
İçindekiler;
Finansal Sistem ve İşleyişi
Temel Bankacılık: Bankaların İşlevleri, Faaliyet Alanları ve Denetim Sorunu
Bankaların Mali Tabloları
Bankaların Maruz Kaldığı Riskler: Aktif Pasif Yönetimine Gir