Mayıs 2020
İNSANOĞLU DEĞERİNİ BİLMEK İSTER
İnsanoğlu, doğduktan yaklaşık altı ay sonra değerli olduğunu hissetmeye ihtiyaç duyar. Ebeveynleri ve çevresi tarafından sevildiğini bilmeyi kendisine gösterilen ilgi ve ağladığında ihtiyaçları karşılandığında hisseder.
Bu değerli hissetme ihtiyacı bir yetişkin olduğunda da temelde değişmez, sadece şekil değiştirir. Değerli olduğunu hissedebilmek içinse kendisi için önemli olan kişilerin bu değeri göstermesini veya söylemesini bekler. Bu da aslında geri bildirim almaktır. Yani verdiği değerin karşılık bulup bulmadığını bilmektir bu geri bildirim dediğimiz şey.
Fakat Türk insanı ne kadar sıcak kanlı ve beden dilini iyi kullanan bir ırk olsa da iş değer bilme ve/veya gösterme kısmına geldiğinde bunu rahatlıkla ifade edemediğini görürüz. Öte yandan arkadaşlarımızın, ailemizin veya etrafımızdakilerin davranışının/söyleminin bizi nasıl etkilediğini, bizde ne hisler uyandırdığını karşı tarafla oturup konuş(a)mayız hiç. Oysaki “ben dilini” kullanmak gerekir. Yani “bana değerli olduğumu hissetmiyorsun “deriz de “Kendimi değerli hissetmiyorum” demeyiz pek. Toplum olarak “sen dilini” kullanmaya alışkınızdır.
Bu durum iş hayatında geri bildirim dediğimiz şeyden farklı değil. İş insanı ne konumda olursa olsun değerinin ne olduğunu veya değerli olup olmadığını açıkça bilmek ister. Bilinmezlik, değersizlik duygusu kadar insanı rahatsız eden bir duygudur. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilememek belirsizliğin doğurduğu en büyük handikaplardan biridir. Bu handikabı aşmak içinse birilerinden bir şeyler duymaya ihtiyacımız vardır. Harekete geçmek, durmak, farklı yapmak, aynen devam etmek ve daha bir sürü eylem başkalarından aldığımız geri bildirimlerle şekillenen süreçlerdir. İş insanları üzerinden yapılan bir araştırma sonucu çok çarpıcı olduğu gibi bu söylemi destekler niteliktedir. İnsanların %92’si üslubu yapıcı olmak kaydıyla olumsuz geri bildirim almak istediklerini söylemektedir.
Geri bildirim çoğunlukla olumsuz durumlarda kullanılan bir iletişim aracı olarak bilinmektedir. Geri bildirim hem iyi sonuçları hem de yeterli olmayan sonuçları oluştuğunda kullanılması gereken bir iletişim modelidir. Geri bildirim ile ilgili doğru bilinen birçok yanlış anlayışta mevcuttur. Örneğin, geri bildirim sadece üstün asta uyguladığı bir iletişim modeli değildir. Kişi odaklı değil durum odaklı olmalıdır. Genel değil spesifik bir durum için verilir. Geri bildirim bir performans değerlendirmesi ya da had bildirme değil, gelişim ve dönüşüm zamanlarında da geri bildirim verilir.
Geri bildirim verirken mevki veya rol ne olursa olsun temelde iki noktaya çok dikkat edilmelidir. Geri bildirim verirken amaç karşı tarafın durumunu iyileştirme ve bu durumdan dolayı sorumluluk duymayı gerektirir.
Bildiğimiz anlamıyla medeniyetin geldiği noktanın iletişim sayesinde olduğu gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda daha fazla geri bildirim vermeye ve geri bildirim almaya daha çok ihtiyacımız olduğu aşikardır.
Şirketler çalışanlarından şirketin gelişimine yönelik düzenli olarak geri bildirim almayı, yöneticiler ise özellikle genç çalışanlarına gelişim için geri bildirim vermeyi alışkanlık haline getirmelidir. Aileler ise çocuklarına gelişimlerinin en önemli noktasının doğru geri bildirim vermekte olduğunu bilerek iletişimlerini sıcak ve yapıcı tutmalıdır.
Tarafların karşılıklı olarak zihinlerinin içinde dolaşan fikirleri tahmin etmeye değil bilmeye ihtiyaçları vardır. Bu bilme ve bildirme ihtiyacı da kişilerin davranış modellerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmelidir.
Sevgilerimle
Didem Tınarlıoğlu
KAYBETMEDEN EVRİLEMEZ MİYİZ?
Öylesine hızlı bir dönemden geçiyoruz ki bu dönemin adını bile koymakta zorlanıyoruz. Kimi içinde bulunduğumuz çağa uzay çağı diyor, kimi post-endüstriyel çağ, kimi bilgi çağı, kimi bilgisayar çağı, kimi de bilişim çağı. Tarihte çağlara ilk ad veren Agustinus bu döneme isim bulmakta zorlanır mıydı bilinmez. Ama tarihte dörde ayrılan çağların süresi ortalama 500 yıl aralıklarla ayrıştırılırken, içinde bulunduğumuz yakın çağın hızlı değişimi göz önüne alındığında son 30 yıla ayrı bir çağ ismi vermek ve ismine de “evrilme çağı “ (doğal dönüşme) demek hiç de yanlış olmaz sanırım. Geçen her zaman büyük bir hızla evriliyoruz. Teknolojinin gelişimiyle birlikte dijitalleşmeye uyumlu yaşam biçimlerimiz, iş yapış modellerimiz, kişisel değerlerimiz ve en önemlisi hayata dair beklentilerimiz o kadar büyük bir hızla değişiyor ki, evrilemeyenler çağ dışı, en iyi sıfatla geleneksel kalmakla etiketleniyorlar.
Bu dönüşümün, modernleşmenin ve gelişimin şüphesiz onlarca faydasını sayabiliriz. Mesela, iletişim inanılmaz hızlı. Eskiden mektup yazıp cevabını bekleyen insan artık gerçek zamanlı görüşmeler yapabiliyor. Alışveriş için takviminde özel zamanlar ayarlayan insan, evinden bile çıkmadan oturduğu yerden istediği ürüne ulaşabiliyor, dünyanın diğer ucunda bile olsa satın alabiliyor. Eğlenmek için sinemaya tiyatroya giden insanın evi artık bir tiyatro sinema sahnesine rahatlıkla dönüşebiliyor. Sokağa çıkıp arkadaşlarıyla oynayan çocuk artık bilgisayarının başında çevrimiçi oyunlarla eğlencesine devam edebiliyor. Çocukluğunu radyolardaki piyesleri dinleyerek geçirmiş olan günümüzün yaşılıları, radyonun içinde insan var zannedecek kadar masum bir hayal aleminde yaşamışken şimdi torunları onlara teknolojinin kullanımını tek nefeste anlatabilecek kadar zeki ve bilgili olabiliyor.
Dijitalleşme verimlilikten güvenliğe, ortak çalışma kültürünü yaygınlaştırmaktan maliyet avantajına kadar bir çok yararı beraberinde getiriyor şüphesiz. Yapılan araştırmalara göre; dijitalleşmenin insan yaşamına pozitif etkileri en çok “sağlık, bankacılık ve eğitim” sektörlerinde kendini gösteriyor. Arkasından ise sırasıyla; hizmet faaliyetleri, perakende ticaret, motorlu kara taşıtlarının ticareti ile onarımı geliyor. Pazarlama sektörü de dijitalleşmeden en çok etkilenen sektörler arasında yer alıyor.
Hızın ve bu evrilmenin böylesine olumlu çıktıları varken aynı zamanda insanoğlundan alıp götürdüklerinin de envanterine bakmak lazım: Eskiden daha sade evlerimiz ama daha fazla huzurumuz vardı, daha az paramız ama daha cömert kalplerimiz vardı, daha az iletişim aracımız ama daha samimi ilişkilerimiz vardı, daha az gelişmiş zevklerimiz ama daha büyük hazlarımız vardı, daha az bilgimiz ama daha sağlıklı bedenlerimiz vardı. Tatil köylerine tatile gidemiyorduk ama ailemizin köyüne gidip yaylalarda özgürce oyunlar oynabiliyorduk. Sosyal medya hesaplarımızda takipçilerimiz, binlerce beğenimiz yoktu ama komşularımızın evine çat kapı gidebiliyor, çekirdek yiyerek balkon sohbetleri ile çok mutlu olabiliyorduk. Ve en önemlisi yabancı dilimiz yoktu belki ama sevdiklerimizle aynı dili konuşabiliyorduk.
Yaşadığımız dönem her ne kadar daha modern ve çeşitlilik bakımından zengin olsa da çoğu kişi geçmişin özlemi ile yaşıyor. Hani insanlar değişti diyoruz ya, hani eski arkadaşlıkların, dostlukların, sofraların tadı kalmadı diyoruz ya, hani teknoloji icat oldu samimiyet bozuldu diyoruz ya, işte tüm bunlar aslında dönüşümün bizim önümüze çıkardığı sancılı sürecin büyük yansımaları.
Bu dönüşümün ve dijitalleşmenin hayatımıza yansıyan sebep sonuç ilişkisini iyi analiz etmek gerekiyor. Ortaya çıkan bu sonuçlar zorunlu bir ortaya çıkış değil. Bilişim toplumunun temel öğelerinin ve teknolojinin hayatımıza getirdiği dönüşümlerin bir sonucu.
Değişim kuşkusuz gerekli ve hızını hiç de keseceğe benzemiyor. Kesmemeli de! Fakat dönüşümün somut sonuçlarına odaklandığımız kadar değerlerimize, işin soyut kayıplarına da sahip çıkmak, yok olmasına müsaade etmemek, onları da koruyarak gelişmek çok mu zor dersiniz? Dönüşüm seline kapılıp giderken özlem duyduğumuz şeyleri tekrar dolu dolu yaşamak için uğrunda biraz olsun mücadele etmeye değmez mi?
Yorumlarda buluşalım.
Sevgilerimle.
Didem Tınarlıoğlu
Ciddi Ciddi Gül(e)memek
Birine gidip eğlence hayatının zıt anlamlısını söyle deseniz, “iş hayatı“ diyecektir. İş yeri denince asık suratlı insanların biraraya geldiği ve etrafta fazla ciddiyet olduğu bir ortam gözümüzde canlanmaktadır. Çalışırken daha ciddi görünmenin daha iyi çalışıyormuş gibi bir izlenim yaratacağına dair bir algı olduğu da düşünülürse iş yaşamımızda gülmek her zaman çok olumlu bir hava yaratmaz. Ciddiyet kavramı, düşünüldüğünde, kararlılık, bilgi, emek, yoğunlaşma, önemi kavrama, disiplin gibi bir dizi kavramın ve sözcüğün toplamıdır ve aslında olumlu bir kavramdır. Dolayısıyla sanki iş hayatı tam ters bir şekilde ciddi ve eğlenceden uzak olmalıdır.
En sevdiğimiz öğretmenlerimiz, akılda kalan hocalarımız asık suratlı, sürekli katı bir disiplin anlayışı içerisinde ceza sistemi üzerine her şeyi kurgulayan eğitimciler değillerdi. Tam tersi, öğretirken gülümseten, hayatımıza bir katkıda bulunurken hem zihnimize hem kalbimize hitap eden eğitimciler bizde iz bırakmıştır.
Yetiştirildiğimiz kültürde bu konuda bizi destekler yapıda değil. Hangi toplumda şu deyimleri ve atasözlerini duyabilirsiniz ki bizden başka? “Çok güldük başımıza bir şey gelecek.“, “Fazla gülme hafif meşrep sanırlar.”, “Son gülen iyi güler.“… İnanılır gibi değil ama hayatımız boyunca kaç kere duyduk bunları.
Bizler belki de şunun pek ayrımını yapamıyoruz gibi geliyor bana. Gülümserken de ölçülü olunabileceğini veya ciddi bir ifade içindeyken içten olabilmeyi beceremediğimizden kalıplaşmış inançlarımız var. İş hayatında esprili olanların sıkı bir iş insanı olamayacağına, ciddi olanların da mizah anlayışlarının olmadığına bir kere inanmışız ve bir türlü tersi olabileceğine ihtimal vermiyoruz.
Burada zor olan sanırım bu mizahın ölçüsünü bizim değil de karşımızdakinin ayarlayamayacağını düşünmemiz, karşımızdakinin sınırları aşabileceğinden endişeyle daha güvenli olan ciddiyeti tercih ediyoruz. Bu bir kalkan gibi. Tabii bir başka nedende, espri zeka ve nezaket çizgisini çok iyi bilmemek.
Sözlerimiz nazik ilkelerimiz sert olabilse hayat hem daha kolay hem de daha keyifli olmaz mıydı? Oysaki biz de durum tam tersidir çoğu zaman. Söylemler kaba ama prensipler esnek olduğu için sorunlar yaşarız. Bütün mesele iletişimde bunun tam tersini yapabilmekte. Neşeli olurken üretken de olabilmek bu kadar zor olmamalı. Bir düşünmenizi rica ediyorum.Çevrenizde gülümseyerek hayır diyebilmeyi becerebilen, ilkelerinden vazgeçmeden, kırmadan, incitmeden iletişim kurabilen kaç kişi tanıyorsunuz? Bizler sınırları belirlemenin en temel ilkesinin ciddiyet olduğuna inanmakta büyük yanılgıya düşüyoruz.
Geçenlerde yurtdışında yaşayan bir dostum altı yaşındaki oğlunun Türkiye ‘ye geldiklerinin üçüncü gününde “anne neden burada kimse gülmüyor” diye sorduğunu duyunca hem çok üzüldüm hem de toplumumuzun bu konuda bu kadar belirgin bir özelliğinin bir çocuk tarafından da fark edilmesi beni çok sarstı.
Bu yazıyı okuyunca hayat şartları ve çok çalışmak gibi sıradan nedenlere bağlamayınız. Gülümsemek ekonomik nedenlere bağlı olsaydı bütün zenginlerin ortak özelliği tebessüm olurdu.
Bilim adamları serotonin hormonuna yani diğer bir deyişle mutluluk hormonu uygun bir seviyede olduğunda daha zinde olduğumuzu ve serotonin nöronlarımızın birbirleriyle iletişim kurmak için ürettikleri bir kimyasal olduğunu söylüyorlar. Buna karşın kaçımız kilomuzu gramına kadar takip ederken serotonin seviyemizi de takip ediyoruz?
Ve bir saniyeliğine düşünelim. En son ne zaman kahkahalarla güldünüz? En son ne zaman birini gülümsettiniz?
Gelin yeni yılda bir değişiklik yapalım ve olduğumuzdan biraz daha neşeli olabilmeyi, keyifle çalışmayı ve gülümserken de ciddi iş sonuçları üretebilmeyi kendimize hedef koyalım.
Sevgilerimle.
Didem Tınarlıoğlu
YAŞADIKLARIMIZDAN ÖĞRENDİĞİMİZ ŞEYLER VAR
Şu son yaşadığımız olayları düşündüğümüzde aslında tek iyi şey bize neler öğrettiği olacaktır her halde. 2020‘ye girdiğimiz ilk günlerden itibaren depremler, çığ felaketi, kayıp verdiğimiz şehitlerimiz, havalimanındaki facia ve İstanbul depreminin 20 yıl sonra tekrar kendini hatırlatması-hoş hiç unutmamalıydık. Son olarak korona virüsü salgınını yaşadığımız şu son günlerde tüm dünyanın gündemi de dengesi de bir anda değişiverdi.
Bilimsel açıklamalara göre 21 gün boyunca uyguladığınız bir davranış alışkanlığa dönüşebiliyor. Ama gördük ki insanın öncelikleri değişince alışkanlıkları da, davranışları da, bakış açısı da bir anda değişebiliyormuş. Düne kadar tamah etmediğimiz konular şimdilerde topyekûn değişiverdi. Elbet insan evladı bu olaylarla da başa çıkabilecek ve bu günler umarım ki bir an önce geçecektir. Önemli olan ise bundan sonrası. Bundan sonra, herkesin elinde var olanın daha fazla değerini bilmesi ve hayat mücadelesinin içine hayat sevincini de hayata dair tutkusunu da artırmak için kendini yenilemesi, daha doğrusu önce silkelenmesi gerekir. Bu yaşadığımız olaylar bize biraz da şunları öğretmedi mi?
-Sağlığın her şeyin başı olduğunu,
-Şükretmemiz gereken ne kadar çok şey olduğunu,
-Bilimin ne kadar önemli olduğunu,
-Gençliğin ne büyük bir ayrıcalık olduğunu,
-Bilginin önemini,
-Dünyanın fani olduğunu,
-İnsan evladının ne kadar çaresiz olabileceğini,
-Ailemizin ve sevdiklerimizin kıymetini,
-Teknolojinin ne büyük nimet olduğunu,
-Kolektif bilincin öneminin bireysel bilinçten üstün olduğunu öğrenmiş olmadık mı?
Doyumsuzluk ve tatminsizlik gibi nedeni çoğu zaman sağlam bir temel dayanmayan duygu durumlarından şimdilerde bambaşka mücadelelerin içinde buluverdik kendimizi. Öncelik olarak gördüğümüz şeylerin değişmesi ile algımız da bir anda değişti. Bu olaylar olana kadar birçoğumuz tükenmişlik sendromuydu, pazartesi sendromuydu bir sürü saçma sapan konuyu dert edinirken biraz fazla şımarmamış mıydık?
Doğada birçok gizli mesaj vardır aslında. Yorumlamayı doğru yapabilirsek doğanın bize fısıldadığını duyabiliriz. Buna dair bir örnek paylaşmak isterim sizlerle. Istakozlar denizlerde ve okyanuslarda yaşayan en enteresan deniz canlılarından biridir. Çok uzun süre yaşayabilirler ve yaşadıkları sürece büyümeye devam edip devasa boyutlara ulaşabilirler. Sizce ıstakozların genç ve diri kalmasının sırrı ne olabilir?
Istakozlar özünde yumuşak ve pelte kıvamında bir vücuda sahiptirler. Bu halleri ile kırılması son derece zor olan ve hiç genişlemeyen kabuklarının içinde yaşarlar. Bu sert kabuğun içinde nasıl büyürler sorusunun cevabını bulmak için ıstakozun gizemli dünyasını aralamak gerekiyor.
Istakoz büyümeye devam ettiği zaman içinde yaşadığı kabuğu dar gelmeye ve ıstakozu sıkmaya başlar. Bu aşamada kendini yoğun baskı ve stres altında hisseden ıstakoz bir kaya dibine çekilerek kabuğunu kırmak için amansız bir mücadele verir. Uzun çabalar sonrası kabuğunu kırar ve bir süre sonra yeni büyük kabuğu oluşur. Doğal olarak büyümeye ve gelişmeye devam eden ıstakozun yeni kabuğu da bir süre sonra dar gelmeye ve ıstakozu tekrar strese sokmaya başlar. Istakoz yine bir kaya dibi bularak zor da olsa kabuğunu kırarak içinden çıkar ve yeni bir kabuk daha oluşur. Istakoz hayatta kaldığı süre boyunca bu durum tekrar tekrar yaşanır. Istakozun yenilenmesi, gelişimi kendini rahatsız ve stres altında hissetmesiyle başlar. Ve değişim bu noktalarda devam eder. Istakozun gelişmesi için gereken tek uyaran kabuğun daralması ile gelen rahatsızlık hissidir. Istakozun yaşam serüvenindeki kıssadan hisse; sıkıntı ve stres anları gelişime yönelik bir uyarandır.
Bu yaşananlara rağmen pembe bir tablo çizme ya da kişisel gelişimcilerin de önerdiği gibi her şeye pozitif tarafından bakalım deme gibi bir görüşü savunmuyorum. Demek istediğim şu ki; stresli durumlar bazen gelişimin veya yeni oluşumun uyarıcısı olabilir. İnsan evladı da umarım tüm bu yaşananlardan sonra öncelikle önem vermesi gereken konuları daha doğru sıralayabilir ve yaşam dengesini daha akılcı parametreler üzerine kurgular. Ve tüm bu yaşananlardan sonra dünya aslında bir anda her şeyimizin tehdit altında olduğu gerçeğinden uzaklaşmadan daha barışçıl, daha uzlaşmacı ve daha bilinçli olarak yaşamdan tat alabilmenin yollarını bulabilmeli.
Tıpkı Ataol Behramoğlu’nun seksen yıl öncesinden söylediği gibi “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey varÇünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandırVe hayat, sunulmuş bir armağandır insana” SevgilerimleDidem Tınarlıoğlu
DEĞER, GÜVEN VE AİDİYET TEST SÜRÜŞÜNDE
Ofisi eve taşıdık peki ya güveni, değerleri ve aidiyeti? Bu zor günlerden geçerken iki önemli unsura dikkat etmek gerekiyor: Şirketlerin yönetim anlayışları ve çalışanların iş yapış modelleri.
Önce şirketlerden başlayalım. Şüphesiz ki bu süreç herkes için ilk ve farklı bir tecrübe. Bütün sosyalleşme alanlarının kapandığı, milyonlarca insanın evden çalışmak zorunda olduğu ve birçok işletmenin faaliyetlerini durdurma kararı aldığı çok tarihi bir süreçteyiz. İkinci dünya savaşından beri dünya böylesine global bir daralma ve krizi yaşamamıştı. Şüphesiz ki bu süreç hem şirketlerin hem de bireylerin hiç tecrübe etmediği ve çok amatör yakalandığı bir süreç.
2030 ‘a kadar etkisinin devam edileceği ön görülse de sanayi ve internet devriminden sonra global çarkın etkilendiği en önemli olaylardan biri olarak tarihe geçeceği görülüyor. Tarih bu süreçleri, büyük ihtimalle, ‘’Büyük İzolasyon’’ veya “İnsanlığın Sınavı “gibi vurgulu başlıklarla anacak.
Şimdi bu kritik süreci yaşarken tarihin ne yazacağını ve etkilerini bir kenara bırakıp güncel bir konudan bahsedelim. Yani Coronavirüs (Covid-19)salgınının zorunlu evden çalışma ve şirketlerin geçici olarak kapatılmasını gerektirdiği süreçte, şirketler açısından teknik olarak hazır olan misyon ve değerlerin pratikte uygulanıp uygulanmadığının test sürüşleri yapılıyor bir yandan.
Kurumsal şirketler misyonlarını, değerlerini ve vizyonlarını web sitelerine itina ile yazarken, posterlere yazıp şirketin duvarlarına asarken, sinerji toplantıları yaparken ve her bir araya geldiklerinde ‘’Biz takımız, büyük bir aileyiz” mesajlarını verirken, böyle günlerin pratikte ve üstelik olağanüstü şekilde, ansızın test edilebileceğini hiç düşünmediler büyük ihtimalle.
Birçok şirket misyonlarında insan odaklı olmaktan bahseder, doğrusu da budur. Ancak insana değer verme prensibi asıl bu zor ve kâr etmenin riske girdiği dönemlerde ortaya çıkar. Her şeye rağmen önceliğini ticarete verip insan sağlığını hiçe sayan ve/veya yeterli duyarlılıkta olamayan şirketler başka büyük bir sorunu da beraberinde getirdiğini de hesaba katmak zorundadır.
Beraberinde getirdiği ve sorgulanacak konuların ilkleri değer ve aidiyet konularıdır. Aidiyet dediğimiz şey öyle takılıp sökülebilen bir çip veya broş değildir. Aynı şekilde değerler de öyle. Oluşması uzun zaman alır ve ciddi emek ister, fakat bu duygu tek bir hareketle veya bir kararla saniyeler içinde yok olur gider. Tıpkı güven gibi.
Elbette ki bu zor günlerde işverenler de ticari olarak zor durumlarda kalacak, satışları düşecek ve hedef dedikleri birçok rakam yerini bulamayacak. Ancak düzen yavaş yavaş oturmaya başladığında çalışanlar öncelikle dönüp şirketlerinin o zor dönemde ne kadar onların yanında olup olmadıklarına ve önceliklerinin ne olduğuna, bu süreci yönetme tarzlarına bakacaktır. Onların önceliği, zor zamanda aldıkları desteğin samimiyeti ve insancıllık kıstası olacaktır. Bu yüzden, kısa vadede olmasa bile uzun vadede önceliği para değil insan olanlar, takım ruhunu lafta değil tutumları ile sergileyen şirketler kazançlı çıkacaktır. Tüm değer sistemlerinin yerine parayı koyan şirketler uzun vadede sadece para değil takımın iyi üyelerini de kaybedeceklerdir. Bu hemen olmaz. Karda ölüm gibi derim bu gibi durumlara. Hissetmeden ama tatlı tatlı ve yavaşça ölürler.
Bu sürece bir de çalışanlar açısından bakalım. Daha önce böyle bir süreci doğal olarak deneyimlemeyen çalışanlar uzaktan çalışmayı tatil ve rahatlık gibi görür, iş disiplinini kaybeder, performansını düşürürse yöneticilerde süreç sona erdiğinde bunu değerlendireceklerdir. Baskı altında veya otoriter ortamda değil de konfor ortamındayken dahi verimliliklerini düşürmeyenler şirkete olan aidiyetlerini ve iyi bir takım üyesi olduklarını, daha doğrusu güvenilir olduklarını ispatlamış olacaktır.
Bugün bir arkadaşımdan duydum. Şirketlerden biri çalışanlarını denetlemek için webcam kamerasını sadece yemek yerken ve temel ihtiyaçlarını giderirken kapatmalarına izin veriyormuş. İnanamadım! Eğer ortada bu kadar güven kaygısı varsa o kişilerle niye çalışır ki bir şirket? Bu kişilere müşterilerini, parasını, şirket varlıklarını ve en önemlisi şirket imajını teslim edebilmişken bu uygulamayı yapmak o şirkete ne kazandırıyor merak ediyorum.
Değerler dediğimiz, misyon dediğimiz şey yazı ile çizi ile değil bu süreçteki yönetim tarzı ile ortaya çıkar. Çalışanlar açısından ise bu değerler, ‘’Ben çok çalışkanım, ben çok dürüstüm.’’ demekle olmaz. Şimdi bunu gösterme zamanıdır. Kriz zamanlarında daha fazla iş üretmek, şirketin sorunlarını benimsemek, çözüm odaklı yollar ortaya koymak ve motivasyon beklemek yerine motivasyon sağlayıcı olmakla olur. Beklentilerin düşük katkının büyük olması gerekir.
Özetle demek istediğim şu ki kısa vadede değil ama orta ve uzun vadede insan odaklı, yani ekibini koruyan, kollayan, duyarlılık içinde olan, bu süreçte sakin ama temkinli olan şirketler ile güven kaybı yaşatmayan çalışanlar kazanacaktır. En kötü ihtimale daha az zarar göreceklerdir.
Metanet kelimesini hepimiz biliriz ve genellikle kayıpların ardından kullanırız. Metanetli olmak olgunluğu, soğukkanlılığı, gereken önceliği göstermeyi ve doğru tutumu ifade eder. İhtiyacımız olan da tam olarak budur. Bir işletmenin veya kişinin nihai sınavı zor zamanlarda gösterdiği dayanıklılık ve metanettir.
Güzel günlere bir an önce kavuşabilmek dileğiyle.
Sevgilerimle.
Didem Tınarlıoğlu
SESSİZLİK SARMALI
SESSİZLİK SARMALI
Toplumumuz, maalesef saygı göstermeyi fikir belirtmemekle karıştırdığımız bir noktaya geldi. Bu durum, yalnızca bizim toplumumuzla da sınırlı değil aslında; günümüzde, hâlâ, eleştirinin –geri bildirim de denebilir- saygısızlık, hatta hadsizlik olarak görüldüğü birçok toplum var. Baktığınızda göreceksiniz ki, bugün bizi sessiz kalmaya iten nedenler, sessizliğin saygı olduğu anlayışına dayanır.
Beyin fırtınalarının belirli fikirleri belirli kişilerin tartışması olarak algılandığı bir duruma gelmesi, sürekli konuşanların olduğu kadar hiç konuşmayanların da suçudur.
Kurumların basmakalıp işler yapmasının, sektördeki tabuları yıkamamasının bir sebebi de bu olabilir; yeni fikirlerin sessizlik sarmalında kaybolması. Bu sarmal, kurumlarda yenilikçi ve ilerici fikirleri içinde öğüten dev bir çark yaratır ve kabul edilememe korkusundan dolayı susan çalışanlar eninde sonunda bu çarkın bir dişlisi olur. Her susan birey, çarkın daha sağlam işlemesini sağlar. Çarkın durmasını sağlayacak şey ise yeni fikirlere açık çalışma ortamları yaratmak, ast-üst ilişkisini fikirleri bastırmayacak şekilde yürütmek, genç beyinleri ‘’tecrübe’’ kriterleri altında ezmemek ve risk alabilmek.
Birçok özlü söz hep susmanın ne kadar önemli olduğunu, irade duruşu olduğunu tavsiye eder durur.Birçok kuruluş, aynı düşünceleri paylaşmanın, kariyeri emin ellerde tutmanın en doğru yolu olduğunu, sözlü veya sözsüz mesajlarla vermektedir. Günümüzde iş dünyasında ve/veya eğitim hayatında aranan en önemli niteliklerin başında iş birliği ve adapte olabilme özelliği yer alıyor. (bkz.Linkedn 2019 en çok aranan nitelikler ) Bunun altındaki algıda da uyumluluk yani çok fazla konuşmak yerine var olana uyum gösterme ve gizliden gizliye “aykırılık yapma” mesajı gizli.
Susarız çünkü; aksini iddia etmek, savunmak ya da dile getirmek dışlanmayı, ötekileştirilmeyi de beraberinde getirecek diye korkarız.
Susarız çünkü; çoğunluğun sesi azınlığı her zaman bastırır diye düşünürüz. Denir ki, konuşulması gerektiği yerde susmak çöküntü ile eş anlamlıdır.
Susarız çünkü; artık mücadele etmek istemeyiz, çabalarımızın nafile olacağını biliriz, pes etmek değil ama hiç tepki göstermeyerek en yüksek sesle isyan ederiz aslında.
Susarız çünkü; karşımızdaki ile zekamızın, ahlakımızın ve vicdanımızın eşit olmadığını görürüz.
Susarız çünkü; o kadar kırılmışızdır ki, dile gelmez bir türlü duygularımız. Öylece içimize atar ve suskunlaşırız.
Uzmanların söylediğine göre sessizlik, aşağılanma, kızgınlık ve öfke gibi duygular yaratarak kişiler üzerinde yüklü bir psikolojik bedel ödettiriyor. Araştırmalar, duygu ve düşüncelerin ifade edilmediği taktirde etkileşim bozukluğuna sebep olduğunu, üreticiliği sabote ettiğini ve yaratıcılığı bitirdiğini ortaya koyuyor.
Susmak, farklılığı yüzeyin altına iter, güvensizlik hisleri artar, itimatsızlık kol gezerken suskunluk sarmalı ortamı ele geçiverir. Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilen bu siyaset bilimi ve kitle iletişim teorisi şöyle tanımlanıyor: Bir kişinin/grubun savunduğu fikir, mensubu olduğu toplumun ‘genel-geçer’ kabul ettiği görüşlere uygun değilse, bu kişi toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar. Yani eğer bir insan kendi kişisel düşüncelerinin düşüşte olduğunu düşünüyorsa bunu ifade etmeye daha az meyilli olabiliyor.
Sessizlik Saltanatı; sessizlik birçok kez zıtlaşmayı göze alamadığımız zaman ortaya çıkar. Bir farklılık ifade etmek yerine mevcut uyumlu statüyü korumanın tuhaf bir rahatlığı vardır.Ergenlik çağlarımızdan hepimiz hatırlarız, uyumlu olmanın zorlukları vardır. Yaş aldıkça bu isyankar hal genel geçer gerçeklerin kabulünü beraberinde getirir.
Çeneyi Kapama Zamanı; çoğu insan çok değil de az konuşma eğilimindedir. Bazı meseleleri gündeme getirmeye lüzum görmez. Eğer ihtilaf değersiz bir ilişkiye dönüşecekse veya o sırada konuşmak daha büyük problemlere sebep olacaksa bazen konuşmayı ertelemek daha iyidir.
Daha iyi bir fikrinizin ya da çözümünüzün olduğuna inandığınız noktada susmak, bu fikri sadece ve sadece korktuğunuz için kendinize saklamak, çöküşünüzü sessizliğinizle yarattığınız anlamına gelir. Bu çöküş, yalnız bireysel bir çöküş olmakla kalmaz, profesyonel iş hayatınızın da çöküşünü aynı sessizlikle garantiler. Sessiz kalmak, karşınızdakine aksini iddia etmediğiniz, dolayısıyla iddia edileni veya ortaya atılanı kabul ettiğiniz mesajını verir.
Kurumların veya markaların radikallikten uzak durması geleneğinin neredeyse sektörün normu haline gelmiş olması, tabuların yıkılamayacağına olan inancı daha da güçlendirmekte. Fakat, rekabetin her geçen gün arttığı sektörde farklılaşmak ve tüketicinin/müşterinin zihninde ‘’love mark’’ olmak, tam da tabuları yıkmaya başladığınız noktada gerçekleşir. Sizinle aynı misyonu paylaşan yüzlerce markanın arasından aynı misyonu gerçekleştirdiğiniz için değil, aynı misyonu orijinal bir yolla gerçekleştirdiğiniz için sıyrılabilirsiniz. Yaratıcı olarak anılan, vaka çalışmalarında örnek olarak gösterilen markaların işlerine bakın, orijinal fikirlerin yansımaları olduklarını göreceksiniz. Orijinal fikirleri bulmak içinse, bazen o çarkı durduracak fikirleri hayata geçirip risk almamız gerekir.
Sevgilerimle,
Didem Tınarlıoğlu
Normale Dönmeyelim Biz
Eskiden her şey çok normalmiş gibi herkeste bir normale dönme özlemi. Her şey normal falan değildi eskiden. Bir sürü anormallikleri olan koca bir dünyada yaşıyorduk.
Öte yandan eski normal yeni normal ne demek? Bir kere kendi içinde çelişkili. Normal normaldir. Adı üstünde. Önüne yeni gelince o artık normalliğinden yani olağanlığından, kendine olan özgünlüğünden çıkmış, moda adıyla mutasyona uğramış olmuyor mu? Neyse biz konumuza dönelim, bu bambaşka bir paylaşım konusu.
Normal dediğimiz eski dünya düzeninin içinde bir sürü anormallikler yok muydu?
Yazının tamamı için lütfen buraya tıklayınız.
Normale Dönmeyelim Biz
Eskiden her şey çok normalmiş gibi herkeste bir normale dönme özlemi. Her şey normal falan değildi eskiden. Bir sürü anormallikleri olan koca bir dünyada yaşıyorduk.
Öte yandan eski normal yeni normal ne demek? Bir kere kendi içinde çelişkili. Normal normaldir. Adı üstünde. Önüne yeni gelince o artık normalliğinden yani olağanlığından, kendine olan özgünlüğünden çıkmış, moda adıyla mutasyona uğramış olmuyor mu? Neyse biz konumuza dönelim, bu bambaşka bir paylaşım konusu.
Normal dediğimiz eski dünya düzeninin içinde bir sürü anormallikler yok muydu?
Şiddetten ölen her yıl binlerce kadının, sapkınlar tarafından istismar edilen on binlerce masum çocuğun olduğu dünya mı normaldi? Sırf öne geçebilmek için torpille iş halletmedeki çirkin adaletsiz anlayış mı, doktorları döven, hakaret eden zihniyetler mi, bilime, akademiye, çağdaşlığa değil, vasata, maddiyata, cehalete prim veren toplulukların olduğu dünya mı normaldi?
Empatiden yoksun, sevgisizliğin ve sosyal statünün değer bulup insanlığın hiçe sayıldığı, tüketmeye olan bitmeyen açlığın, doğaya olan vurdumduymazlığın, toprak ve iktidar uğruna yapılan savaşlarda ölen milyonlara varan insanların olduğu dünya mı normaldi? Silah ve savaşlara yapılan yatırımın bilime ve eğitime olan yatırımdan daha fazla olduğu, anlamsız ve çirkin siyaset dilinin sıradanlaştığı, gelir adaletsizliğinin dünyanın dengesi kabul edildiği anlayışın olduğu dünya mı normaldi? Tüketime olan düşkünlüğün arsızlaştığı, hayata karşı memnuniyetin nerdeyse hiç denecek kadar azaldığı, şımarıklığın hâkim olduğu eski düzen mi normaldi? İnsanoğlunun diğer canlılara olan duyarsızlığının tavan yaptığı, liyakatin hiçbir kurumda değerinin olmadığı, spor dünyasında, adil oyundan ziyade kabalığın, çıkarcılığın boy boy gösterildiği dünya mı normaldi? Bu dünyaya mı geri dönmek istiyoruz da normale dönüş naraları atıyoruz?
Çoğu kişinin bir “Ders aldık, aklımız başımıza geldi, her şey çok farklı olacak, akıllandık…” gibi beyanlarını duydukça, insanın ağlanacak halimize gülesi geliyor.
Oyuncağı elinden alınmış çocuk misali davranıyor gibi geliyor bana insanlar. Bir yandan ağlıyor bir yandan annesi oyuncağını geri versin diye numaradan sözler veriyor. “Bir daha yapmayacağım yeter ki istediğimi ver, söz yapmayacağım.” der gibi. Çocuk diliyle mahsusçuktan yani.
Boş hayallerin peşinde, bomboş vaatlerin içindeyiz yine. Bırakalım bunları. Önce şapkamızı tüm dünya olarak gerçekten ama içtenlikle önümüze koyalım. Koyacağımıza inanmıyorum, o ayrı mesele. Yanılmaktan memnuniyet duyarım.
Kontrolü kaybedince delirdik. Üç yıl beş yıl sonraya dair planlama ve yönetme hakimiyetimiz varken yirmi gün sonrayı bilememek çıldırttı bizi.
Her şeyi kontrol edemeyeceğimizi kabullenmiş olalım artık. Dünyanın bize her şey senin elinde ve istediğin gibi olacak her şey merak etme dediği bir sözü yok. Bir teminatı da yok.
Maruz kalma diye bir duygu var biraz onunla tanışalım mesela. Bazen maruz kalırsın ve durumu kabullenirsin, hazmedersin. Sonra egonu kenara asar bırakır ve önüne sunulan şartlara uyum sağlamayı öğrenirsin. Yaşadığımız şu günler şeklen bu tanımlamaya uysa da içerik ve özümseme olarak yakınından bile geçmiyor. Her şey, tüm çıkarımlar, eskisi gibi bencilce, bütünsel değil bireysel. Öyle “Doğa bize dersini verdi artık daha duyarlı olmalıyız, su kaynakları azalıyor kendimize gelmeliyiz.” gibi dikkat çekici sözler güzel de, bunları bir avuç insan söylüyor. Dünyada kuraklaşma riski var ama insanların kalbinde oluşmuş olan kuraklaşmayı ne yapacağız peki?
Normale dönmeyelim biz. Hazır bu kadar değişime ve iyileşmeye hazırken, iyi olmayan şeyleri çağırmayalım. Normalleşmeyelim. İyileşelim.
İyileşmek de inanç ve sevgiden geçer en çok. Önce sevebilmeyi becermemiz lazım. Her şeyi abartma ve övme huyunu eski normalde (!) bıraksak da sevmeyi abartsak mesela. “Zira sevmek mübalağa sanatıdır.” demiş ya hani şair. Ne güzel de özetlemiş. Yeni normal dünyada sevmeyi abartsak mesela.
Normalleşmesek her şeyde.de. İyileşsek
Sevgiyle, sağlıkla kalın.
Kral Çıplak
Kral Çıplak
Son söyleyeceğimi, artık en başta söylemem gerektiğini geç de olsa öğrendim. Ayrıca hikayeleştirerek anlatmanın ilgi çekiciliğini bilsem de o şekilde anlatamayacağım. Bir mühendis olarak öyle bir becerim de yok. Halimiz ve gelinen nokta artık birinin yüksek sesle bağırarak, aynen masaldaki gibi “Kral Çıplak” demesi gereken noktada. İçimdeki bu KRAL ÇIPLAK diye haykıran çocuğu susturmadan, bu çocuğun haykırışını, 30 senelik iş yaşamı tecrübesi olan mühendis Gülay’ın ağzından yapabildiğim kadar anlatmaya çalışacağım.
Ben ve bizim dönem yani hep söylediğim gibi bu topraklarda X kuşağı (1965 – 1980) yani diğer adıyla “kayıp kuşak” olan bizler, zaten sürekli olarak sıkıntı, gelecek kaygısı, kıbrıs harekatı, ekonomik krizler, terör, ihtilaller vb olaylar içinde büyüdük. Üstüne üstlük bir de ard arda internet, cep telefonu, Google, yapay zeka vb birçok yeni teknolojik doğuşlara ve inovasyonlara şahitlik etmiş ve değişimlerin içinde olan biri olarak, bu zamanlara gelebilmek ve ayakta kalabilmek için tüm bu değişim ve krizleri yönetmek zorunda kaldım. Soyadım gibi sürekli savaştım. Çözüm bulmak için de, bilgiye ulaşmak için de ben adım attım ve mücadele verdim. Çözüm, iş vs benim ayağıma gelmiyorsa ben çözümün ayağına gittim. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz bu kriz ve pandemi durumunun nasıl yönetileceğini esasında çok iyi bilen ve zaten adı pandemi olmasa da hep pandemik koşullarda yaşamış ve krizlerde, “minimum kaynak ile maksimum verimlilik nasıl sağlanır?”a kafa yormuş biriyim.
Önce isterseniz gelin bu “Kral Çıplak” masalını yeniden hatırlayalım J .
Günlerden bir gün, uzak bir ülkede, giyimine kuşamına oldukça düşkün, kendini beğenmiş bir kral varmış. Kendini dev aynasında göre bu kral, kendi zekasını çok beğenir, diğer insanları önemsemezmiş.
Yine bir gün, başka bir ülkenin kralı kendisini ziyaret etmek istediğini söylemiş. Kralın geleceğini haber alan bizim kralın aklına gelen ilk şey; “Acaba hangi giysileri giysem” olmuş.
Derhal tellalı çağırmış;
-“Bütün terzilere haber gönderin” demiş. Öyle bir giysi istiyorum ki, dünyada bir eşi, benzeri olmasın. Bir müddet sonra, haber her tarafa ulaşmış. En iyi terziler, kralın huzuruna gelmişler, yapabilecekleri tüm modelleri tek tek anlatmışlar. Fakat kral anlatılanlardan hiçbirini beğenmiyor;
-”Daha iyisi, daha güzel olmalı!” diye hepsine bağırıp, çağırıyormuş. Duruma hakim olan bilge bir terzi kraldan söz istemiş.
– Sevgili kralım, ben size çok özel bir elbise dikeceğim demiş. Kral nasıl olacak diye sormuş.
Bilge terzi, “size öyle bir elbise dikeceğim ki eşsiz olacak! Ne sizden önce, ne de sonra kimse bu elbiseyi giyemeyecek.” Demiş ve işi almış.
Bilge terzi ; ”Fakat bir şartım var” demiş. ”Elbisenin dikimi bitene kadar hiç kimse işime karışmayacak, odama girmeyecek.” demiş.
Kral aradığını bulmanın sevinciyle, bu teklifi kabul etmiş. Hemen bir kaç kese altın verip;
-”Haydi o zaman derhal dikmeye başla!” diye emretmiş.
Bilge terzi hemen başlamış çalışmaya. Odasına çekilip, her gün kraldan iki kese altın geliyormuş kendisine. Aradan günler, haftalar geçtikçe kralın merakı artmaya başlamış. Nihayet bilge terzinin hangi kumaşı diktiğini görmek için odaya girmiş. Bilge terzi, dikiş tezgahının üstünde harıl harıl çalışıyormuş. Kral sessizce bir süre terziyi izlemiş, bir şey göremeyince sinirlenmiş kral.
– “Günlerdir seni besliyorum, her gün kese kese altınlar gönderiyorum, demek boş oturuyorsun. Bunun için mi veriyorum altınları demiş? Bilge terzi sakin ve kendinden emin bir şekilde;
– “Sevgili kralım, bu kumaş çok özel bir kumaş. Bunu sadece akıllı insanlar görebilir.” demiş. Bakın ne kadar da güzel oluyor, öyle değil mi?”
Kral, aptal durumuna düşmemek için;
-”Evet, çok güzel. Demek zorunda kalmış ve hızlıca çıkmış odadan.
Çok geçmeden bu söylenti şehrin her tarafına yayılmış. Kralın yeni elbisesi için herkes; ”Sadece bu elbiseyi akıllılar görebilir!” diyormuş.
Nihayet insanlar meraktan çatlamadan merasim günü gelmiş, çatmış. Halk alana toplanmış, meraklı gözlerle kralı beliyormuş.
Terzi kralı giyim odasına almış, eski elbiselerini indirerek ona gerçekten varmış gibi üzerine diktiği elbiseleri giydirmiş. Sonrada kralın karşısına geçip;
-”Muhteşem oldunuz sevgili kralım, gerçekten çok şıksınız” demiş. Kral, bilge terzinin bu iltifatları karşısında, aynadaki çıplak bedenine hiç aldırmadan;
-”Teşekkürler,çok güzel olmuş, çok beğendim.” demiş.
Kral yeni elbiseleri ile gelmiş merasim alanına. Toplanan halk kralı çıplak görünce çok şaşırmışlar ama kimse cesaret edip de krala çıplak olduğunu söyleyememiş. Birden kalabalığın içinden genç bir çocuk haykırmış;
-“Kral çıplak!”
Bunu duyan halk gülmeye başlamış ve nihayet kral, geç olsa da gerçeği anlamış.
Durumumuzda bir fark olmadığını siz de görüyorsunuz herhalde. Hatta henüz gerçeği anlamadığımıza ve hala “her şey güzel olacak” , “çifte bayram yapacağız ” vb konuştuğumuza ve toplum olarak da böyle bir beklenti içindeysek de daha da vahim bir durumdayız.
Şimdi gelelim balçıkla bile sıvanamayacak gerçekliklere. Beklentilerin üzerindeki maskeleri çıkartıp, gelin https://scoperatings.com/#search/research/detail/163377EN ‘dan Avrupa Birliğinin ekonomik yaklaşımlarını temsil ettiği kabul edilen Alman derecelendirme kuruluşu Scope Ratings, 2020 raporuna bakalım. Burada Scope Ratings 2020 yılı ülkeler dış kırılganlık ve dayanıklılık raporununda, Türkiye’nin 63. Sıra ile sondan altıncı sırada olduğunu belirtiyor.
- Nisan tarihli son güncellemeye göre Scope Ratings “riskli üçlü” olarak değerlendirdiği Arjantin, Türkiye ve Gürcistan ekonomilerini, ödemeler dengesinden kaynaklanan sorunlar ve döviz kuru oynaklığı gibi faktörler karşısında kırılgan olmakla kalmayıp, krizlere direnebilme kapasitesi yönünden de çok zayıf bulunduklarını kaydediyor ve “yatırım yapılamaz” olarak tanımlıyor. Yani Türkiye ekonomik olarak batma noktasında doğru gidiyor!
Eğitimdeki gerçekliğimizi görmek için de, Nature Index’in, dünyadaki üniversiteleri 1.Aralık.2018 – 30.Kasım.2019 tarihleri arasında yayınladıkları araştırma makalesine göre sıraladıkları https://www.natureindex.com/country-outputs/generate/All/global/All/score raporuna baktığımızda ise Amerika Üniversitelerinin 28330 adet makale ile 1. sırada yer aldığını görürken, Türkiye Üniversitelerinin ise 368 makale ile 39. Sırada yer aldığını görüyoruz. İran, Meksika, Arjantin üniversiteleri bile bizden daha iyi konumdalar. Memlekete mühendis, doktor, sanatçı, işletmeci, edebiyatçı, ekonomist, hukukçu vb her meslekten uzmanı yetiştiren üniversitelerimizde üretilen araştırmalar, makaleler ile birinci sıradaki Amerika ardında 77 kat fark var. İnsanları travmalardan, ülkeleri krizlerden koruyan gücün bilgiye dayalı yönetim becerisi olduğu gerçeğini görürsek, gelişmişlik düzeyi açısından da örnek olarak bir Amerika ile aramızda 70 misli fark olduğunu anlarız.
Ayrıca https://www.theguardian.com/international, https://www.bild.de/ vb. Avrupanın yüksek tirajlı gazetelerine baktığımızda, onların bile önümüzdeki 2-3 senelik geleceği riskli gördüklerini ve biran evvel alınacak önlemlerini sıraladıklarını görürüz. Peki biz geleceğe yönelik ne önlemler yapıyoruz ya da en azından kendi kendimize şunları soruyor muyuz?
- Korona günleri bize ne öğretti, ne öğretiyor?
- Her şeye rağmen ne yapabiliriz?
- Bir daha böyle bir kriz olursa neyi farklı yaparım?
- Şirketler olarak üretimimin durmaması için ne yapmalıydım?
- En önemli konu olan eğitim sektöründe olanlar ise, eğitimi ve sınav sistemini her yerden öğrencinin ayağına ulaştırmak, eğitim sistemimi kalitesini düşürmeden devam ettirmek için ne yapmalıyım? Yani “Eğitim Yönetim Sistemi” denilen neymiş bir bakayım!
Başarılı yönetimin bir formülü vardır. O da Ölçülebilir, Tekrarlanabilir ve Yönetilebilir bir sistem kurmaktır. Bu da yönetimde “Beş Boşluk Modeline” göre öncelikle
- Finans
- Müşteri
- İnsan Kaynakları
- Eğitim
- Süreç
Işlevlerini hem “gerekli ve yeterli kalitede yerine getirmek”, hem de “bu beş başlıkta yönetim yetkinliği olan yeteri kadar elemana sahip olmakla” olur. Ancak ondan sonra tüm bunları birleştiren bir üst düzey stratejik yaklaşıma sahip olunur ve her türlü sorun yönetilebilir hale gelir.
Özetlersek;
İlgisiz eğitim
Eğitimsiz bilgi
Bilgisiz beceri
Becerisiz yönetim
Yönetimsiz istikrarlı süreç
İstikrarlı süreçsiz, istikrarlı şirket ya da ülke olmaz!
Dr.Müh. Gülay SAVAŞ