Londra… Sanırım bugün onuncu gün. Londra’da “Türkiye: Çılgın ve Hüzünlü” kitabının tanıtım programı için geldim. Kitabı bir yıl önce Türkçe yazmıştım, aynı anda Almancaya çevrildi, Euphorie und Wehmut adıyla yayınlandı ve bir yıl sonra bugünlerde İngilizcede çıktı. Türkiye bütün dünya gündeminin ilk sıralarında yer aldığı için de hareketli bir konuşma, etkinlik ve röportaj programı vardı. Favori programım Hard Talk’ta zorlu bir soru-cevap cehenneminden sonra efsanevi televizyoncu Jon Snow ile Channel 4’de bir röportaj yaptım. Tariq Ali ile uzun bir röportaj çektik. Aynı anda London Review of Books, Front Line Club ve Waterstones gibi saygın sayılan mekanlarda konuşmalar yaptım. Avam Kamarası da bunlara dahil. Kitap vesile elbette, insanlar Türkiye konuşmak istiyor, öğrenmek istiyor bazen de bildiğini sandığı şeyleri duymak istiyor. Özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve ardından yaşanan süreç hakkında merak var, endişe de elbette.
Sanki herkesin yüzünde ne kadar acı çektiğimizi anlatmamı bekleyen bir ifade var. Şöyle demelisin “Biz Türkiye’de var ya, mahvoluyoruz. Sabah akşam işkence!” Böyle demediğiniz ve hikayenin tamamını, aslında bu hikayede kimsenin masum olmadığını ve sanıldığından, dışarıdan görüldüğünden daha karmaşık bir mesele olduğunu söyleyince sanki biraz oyunbozanmışsınız gibi davranıyorlar size.
Bir tarafta sizin anlattıklarınızla öfkelenen ülke, bir tarafta yeterince öfkeli olmadığınız için hayal kırıklığına uğrayan yabancılar. Sanırım hikayenin tamamını anlatmaya karar verenleri kimse o kadar da sevmiyor.
Reel politik bir kenara garip bir duygu bu. Türkiye ile ilgili konuşmak yani. Daha da garibi bir süre sonra sanki Türkiye’den başka hiçbir hikayen yokmuş gibi hissetmeye başlamak. Garip ve karmaşık ülkelerden geliyorsan başka ne anlatabilirsin ki! Sanırım genel kanaat bu. Milyonlarca Suriyeli mülteciyi düşünüyorum. Hayat onlara belki de hiçbir zaman yenilgilerinden başka hiçbir hikaye anlatmak şansı vermeyecek. Ne acı bir insanın bütün hikayesinin ne kadar acı çektiğinden ibaret olması…
Ve daha da zoru galiba insanın kendine kelimelerden yeni bir ev inşa etmek zorunda kalması.
Bir süredir dikkatimi çekiyor. Ne zaman yurtdışında adaletli ve objektif şekilde Türkiye’den söz etmeye başlasam insanların yüzünde “Acı var mı acı?” gibi bir ifade görüyorum. Sanırım artık Türkiye yabancıların çoğu için “her şeyin olabileceği o delirmiş ülkelerden” biri gibi görünüyor. Eğer sizin anlattığınız hikaye bu “deli resmi” doldurmuyorsa hikayeyi eksik anlattığınızı düşünüyorlar.
Konuşmalar, röportajlar biterken bir de o soru var insana ne söyleyeceğini şaşırtan:
“Peki biz ne yapabiliriz?”
Bu soru öyle rahatsız edici bir şefkatle soruluyor ki sanırım içimde bir yerde saklı kalmış “gururlu kız” burnunu havaya dikiyor:
“Biz başımızın çaresine bakarız!”
Öte yandan yabancılardaki bu “ezilen Türk entelektüellerine destek” psikolojisi bende bir web sitesi üzerinden evlat edinilmeye çalışılan panda yavrusu hissi uyandırıyor. Sadece ayda 10 pound vererek siz de bir panda kurtarabilirsiniz! Bütün bu ekşi hisler yaşadığımız karmaşanın bir parçası elbette ve muhtemelen hiç de sağlıklı değil. Ama işte karmaşık bir ülkede yaşamak insanın hakikaten kafasını karıştırıyor.
Eşit bir konuşma… Bunu öneriyorum. Ne zaman “Ne yapabiliriz?” sorusu sorulsa söylediğim şey bu: Eşit bir konuşma. Çünkü o eşit konuşmada aslında kimsenin o kadar da “şanslı” olmadığı ortaya çıkıyor. Batılı entelektüel bizim ülkemizdeki bir yazardan daha mı özgür hakikaten? Bunu konuşalım mesela. Ya da Batılı bir gazeteci Türkiye’deki bir gazeteciden daha mı etkin? Bütün bir dünya örgütlenmiş ve harekete geçmiş cehaletin pençesinde kıvranırken hangimiz diğerinden daha üstte ki alttakini kurtarsın!
Bunlar elbette bir panda yavrusunu kurtarıvermekten daha karmaşık bir bağlam yaratıyor ve çoğunluğun bunları düşünmeye vakti, hali, yeri yok. Üstelik zavallı Doğulu entelektüelleri kurtarmak çoğu durumda her iki taraf için de daha avantajlı oluyor. Ezilen entelektüel cesareti için alkışlanıyor ve Batılı entelektüel sağduyusu için vicdan madalyası kazanıyor.
Bütün bunların dışında kalıp hikayenin tamamını anlatmak için insanın epey sağlam bir sinir sistemi olması lazım. Sanırım bir de geleceğe güvenmek gibi garip bir nahifliği. Gelecekte birileri anlayacak diyorsun. Bütün bu meseleleri yüksek bir ahlak standardıyla anlamlandırmaya, elinden geldiğince öyle yaşamaya çalışanların sadece gerçeği, ama bütün gerçeği anlattığını…
Bir tarafta ne desen seni suçlu sayacak bir iktidar. Öte tarafta iktidarı ama sadece onu suçlamazsan seni adamdan saymayacağını tekrar eden başka tür bir iktidar. Ve Londra her zamanki gibi berbat yemekleri ve daha da berbat kahvesiyle insanın işini hiç kolaylaştırmıyor.
Karakarga Dergisi 7. Sayı (Ekim 2016)